Translate

Yazımın başlığı size uzak mı, yakın mı geliyor? Ya da ne çağrıştırıyor? Bunu bilmiyorum ama inanın söylediğim kocaman bir gerçektir.

Kişisel gelişim kitaplarını ilk okumaya başladığım zamandan bu güne, uzun bir süre geçmiştir. En az 15 yıl olmuştur % Yüz Düşünce Gücü adlı kitabı okuyalı. Ardından diğerleri geldi. Kişisel gelişim, hayatımın önemli bir bölümünü oluşturur. Bunun doğumdan ölüme kadar devam etmesi gerektiğine inanırım.

Düşünce gücünü kullanmanın yollarını öğreten kitaplarda, öncelikle anlatılan bir konuyu kısaca vurgulamak istiyorum. “Çok uçlarda olmamak üzere istediğiniz her şeye düşünce gücünüzü kullanarak sahip olabilirsiniz. Önce istediğiniz şeyin gerçekleşeceğine inanacaksınız, bunun olması için adanmış bir karar verip bu kararı gerçekleştirmeye iman edeceksiniz. Sonra, istediğiniz her neyse onu, gerçekleşmiş gibi hayal edeceksiniz. Bu hayali zihninize yerleştirip, yaşatacaksınız ve size bir an önce gelmesi için onu çağıracaksınız. Tabi bu arada aklınızı da kullanıp isteğinizin gerçekleşmesi için elinizden ne geliyorsa yapacaksınız. Ve sonunda isteğinize kavuşacaksınız.”

Ben size kısaca anlattığım bu yöntemi, yıllardır hayatıma sokmuş durumdayım. Zaten hayal gücü geniş bir insanım. İstediğim şeyi gerçekleşmiş gibi hayal etmek benim için çok kolay. İnanın bu yöntemle pek çok dileğim gerçek oldu. Size de tavsiye ederim.

Şimdi siz soruyorsunuzdur, “hangi isteklerin gerçek oldu?” diye. Hemen birkaç tanesinden söz edeyim. Yapmak istediğim işlere sahip olmak buna örnektir. İstediğim yaşam tarzına sahip olmak, istediğim nitelikteki dostlara ve istediğim güce sahip olmak hemen sıralayacaklarım arasındadır. Fakat bir kez daha belirtmem gerekir ki, isteklerinizin ulaşılmayacak nitelikler taşımaması gerekir. Bir de kişisel gelişim kitaplarında verilen uygulamaları kesinlikle hayatınıza yerleştirmeniz gerekir. Bıkmadan usanmadan uygulamalı, çalışmalarınıza devam etmelisiniz. Asla umudunuzu yitirmemeli, olumsuz düşüncelere kapılmamalısınız. Hayata sürekli olumlu yönden bakmayı ve olumlu düşünmeyi öğrenmelisiniz. Gerisi çorap söküğü gibi gelir.

İnanmak bir işi yapmanın yarısıdır denir. Bu çok doğrudur. O halde şimdi bunu denemeye başlayın. Yeni yılda yeni kararlar alıp, kendinizi bu kararları gerçekleştirmeye adayın. Daha kaliteli, huzurlu ve mutlu bir hayat sürmek elimizde… Yapmamız gereken ise karar vermek, eyleme geçmek ve çalışmak. Gerisi gelecektir. Yeter ki isteyin.

Hepinize mutlu yıllar diliyorum. 2011 yılı bereketiyle ve güzellikleriyle gelsin.
Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

MERAKLA BEKLEMEK

İnsanın meraklı bir bekleyiş içinde olması zordur. Eliniz ayağınıza dolanır sanki. Duygular altüst olur. Biri gelir, biri gider. Sıkıştırır, daraltır sizi. Hele de beklediğiniz şey sizin için çok önemliyse iyice karışırsınız. An gelir kör düğüm olduğunuzu hissedersiniz. Kendinize, “Nasıl çözüleceğim?” dersiniz. Kısacası zordur merakla beklemek.

Bir şeyi beklemek zaten başlı başına sabır işidir. Eğer siz sabırsız biriyseniz, bu süreç yüzünden gerilebilirsiniz. Sinirleriniz bozulur, uykularınız kaçar, yerinizde duramaz hale gelirsiniz, bir şeyler içinizi yiyip durur. “Hadi kendimi biraz sakinleştireyim, en azından düşünmemeye çalışayım” dersiniz ama o öyle bir şeydir ki kolay kolay bırakmaz sizi. Çıkar gider bir süre aklınızdan, siz günlük hayattaki diğer işlerinize odaklanınca. Ama ufak bir mola anı bulmaya görsün, hemen bitiverir düşüncelerinizde. Başlar içinizi ve beyninizi kemirmeye. Ah dersiniz “Bir olsa bu iş, bir bitse şu bekleyiş de rahatlasam.”

An gelir beklediğiniz şeyin olumlu ya da olumsuz sonuçlanacağı konusu bile önemini yitirir sizin için. Bekleme süresinin bitmesi daha bir önem kazanır. Çünkü artık merak içinde kalmaktan, bugün veya yarın sonuçlanır bu iş demekten bıkmışsınızdır. Sadece o sürecin sona ermesini istersiniz.

İşte tam bu sırada yüreğinizdeki umut kendini hissettirir. “Hele bir dur, sabret, bekleyeceksin tabi. Beklediğin şey, bir de istediğin gibi çıkarsa ne kadar mutlu olacaksın” der. İçinizdeki coşku yeniden artıverir bu düşünceyle. Bir anda mutluluk kaplar tüm bedeninizi. Rahatlarsınız bir süreliğine. Ta ki, yeni bir atak gelene kadar.

Görüyorsunuz değil mi duygular nasıl da iç içe yaşanıyor? Nasıl hayatı dengeliyor? Bu yüzden değil midir ki, insan yaratılmış en mükemmel varlıktır. Hayata tutunması, ayakta kalması, güçlüklere göğüs germesi için bütün duygular ona verilmiştir.

Ben şu sıralar böyle bir bekleyişin içindeyim. Bir daralıyorum, bir kararıyorum, bir umutlanıyorum. Ama elim mahkûm bekliyorum. “Bunca zamandır bekledim, biraz daha sabredeyim” diyorum. Üstelik beklediğim konu hakkında fazla bilgi sahibi de değilim. Benim için ne kadar doğru olacak, iyi mi yoksa kötü mü olacak, bilmiyorum ve çok merak ediyorum. Ama bildiğim tek şey var, sabredip beklersem, en azından sabrımın sonucunu alacağım. Bu da beni mutlu ediyor. Çünkü sabır duygum gelişiyor.

Hepinize sonu güzel olacak bekleyişler diliyorum. Ama hayat her zaman bunu sunmaz bize. Bu gerçeği de unutmamanızı istiyorum.
Sevgiyle kalın.

Şadan GERGÜNER
Son yıllarda “Performans Ödevleri”, velilerin önemli bir sorunu haline geldi. Yıllar sonra yeniden ders çalışmaya ve ödev yapmaya başladılar. Üstelik bu ödevler onların okul yıllarında yaptıkları ödevlerden farklı. Epey bir araç, gereç, zaman, araştırma, yaratıcılık ve malzeme gerektiriyor. Kısacası işleri zor!

Anne ve babalar işten eve geldikten, yemek hazırlayıp yeme işini bitirdikten sonra başlıyorlar harıl harıl ders çalışmaya. Eee, kolay değil internetten araştırma yapılacak, önceden kırtasiye ve marketlerden alınan malzemeler hazırlanacak, ardından istenilen ödev bir sunum haline getirilecek. Ve bu sunum, çocuğa iyice öğretilecek ki çocuk yarın derste bunu öğretmenine ve arkadaşlarına anlatabilsin.
Değişen öğretim – eğitim sistemimize göre öğrenciler gördükleri bazı dersleri uygulamalı olarak öğreniyorlar. Artık ders kitaplarındaki bilgiler daha yalın. Çünkü performans ödevleriyle uygulamalı sunumlar hazırlayarak dersi yaşayarak öğreniyorlar. Araştırma yapmak için internet kullanmaları da gerekiyor. Sanki Türkiye’nin her yöresindeki, her evde internet varmış ya da her okulda yeterince bilgisayar varmış gibi. Ama internet cafeler var değil mi? Çocuklar oralara gidebilirler. Peki, nasıl gidebilirler? Veliler çocuklarını buralara yalnız göndermek istemiyor. Çünkü yaşanan pek çok saçma ve kötü olay var. Yani veli de çocuğuyla birlikte gitmek zorunda kalıyor.

Çocuklar araştırma işini hallettiler diyelim. Şimdi bunu istenilen ödev haline getirme işi başlıyor. Ama ne yazık ki bu iş, çocukları aşıyor. Bir eşya oluşturmak, maket hazırlamak, reklam prodüksiyonu yapmak, bir seminerin protokol düzenini ayarlamak, resimler ve objelerle bir konuyu anlatmak 9 – 10 yaşlarındaki çocuklar için çok kolay iş değil. Yapamıyorlar. Böyle olunca onların yerine veliler yapıyor ödevleri. Genelde bu işi anneler üstleniyor. Yani çalışan kadının işi bir o kadar daha artıyor. Çok yakın bir arkadaşım ki; kendisi çalışıyor, her görüşmemizde bana “Akşam yine çok dersim vardı, yoruldum.” diyor. İşin en kötü yanı ise bu durumu tüm öğretmenler ve okul yöneticileri de biliyor. Ne acı bir tablodur bu!

Öğretmen ve okul yöneticisi olan bir başka arkadaşım da bu sistemin yanlış olduğunu söylüyor. Yurt dışında denenip, başarısız olmuş bir sistem getirilip bizde uygulanıyor. İnsan şöyle düşünmekten kendini alamıyor, acaba amaç hiçbir şey bilmeyen, laylaylom çocuklar yetiştirmek mi, ne dersiniz? Notları öğrenciler değil, veliler aldığına göre durum bunu gösteriyor. Bize de, acınacak halimize gülmek düşüyor.
Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

KADINLAR ERKEKLERDEN NE İSTER?

Kadınlar erkeklerden çok şey ister ama bence önce anlayış ister. Erkeklerin hep sordukları ama tam yanıtını bulamadıkları sorudur bu. Doğruyu söylemek gerekirse, bulmaları pek mümkün değil. Çünkü biz kadınlar da onların bizden ne bekledikleri sorusunun yanıtını bulamıyoruz. Şimdi her iki cins için söylüyorum, empati yapmaya çalışsak… Sonuç alamayız, çünkü bir kadın erkek olmak nedir veya bir erkek kadın olmak nedir bilemez ki. Peki, ne yapmalıyız? Karşılıklı olarak olduğu gibi kabullenmeli, uzlaşmalıyız.


Gelelim kadınların ne istediklerine. Anlayışla birlikte saygı ister. Karşınızdaki insandan saygı ve anlayış göremezseniz kendinizi değersiz hissedersiniz. Adam yerine konmuyor hissedersiniz. Kadın erkeğinden sevgi ve ilgi bekler. Çünkü sevgi en açılmaz kilitleri açan anahtardır. İlgi görmek ise kadına beğenildiğini, özel olduğunu düşündürür. Sevdiği erkeğin onu önemsediğini hissettirir. Ama ilgi görme işini abartan kadınlar, erkeklerde bıkkınlık yaratır. Kadının, bu isteğinin dozunu iyi ayarlaması gerekir.

Kadınlar erkeklerden iltifat almayı severler. Bu, gururlarını okşar. Her kadın yapılan iltifatın ne kadar gerçeklik taşıdığını bilir ama yine de güzel sözler duymayı ister. Buna biraz, ego tatmini diyebiliriz. Sonra erkeği için yaptığı şeylerin karşılığında bir teşekkür bekler. Bu teşekkür ona yaptıklarının, erkek tarafından önemsendiğini düşündürür.

Fedakârlık ve özverilerinin karşılık bulmasını ister. Maalesef bunu hiç bulamayan kadınlar var. Ama eğitimli ve kariyer sahibi kadın bu karşılığı bulamazsa hırçınlaşır. Hatta karşısındaki adama hayatı dar edebilir.

Her kadın sevdiği erkek tarafından biraz kıskanılmak ister. Bu kadına erkeği için önemli olduğunu, onun tarafından güzel bulunduğunu ve sahiplenildiğini hissettirir. Fakat aşırıya kaçan kıskançlık krizlerinden nefret eder. Hele hayatını kısıtlamaya kalkan paranoyak krizleri asla istemez. Kadın sevdiği erkeği paylaşmak istemez. Kadınların büyük bölümü, bir erkeği severken başka bir erkekle ilgilenmez, ilişki yaşamaz. Bu nedenle hayatındaki erkeği başkasıyla paylaşmaz. Erkeğin kaçamağını yakaladığı anda felaket yaşanır. Bir başka kadının kendisine tercih edilmesi onu çıldırtır. Gücü varsa hayatındaki adamın canına okur. Erkekten sadakat bekler.

Kadın erkeğine güvenmek ister. Güven duyduğu adama, kendini güçsüz hissettiği zamanlarda sığınmak ister. Erkeğinin de kendisine güvenmesini ister. Zaten karşılıklı güven duygusunun eksik olduğu ilişkiler uzun soluklu olmaz.

Kadınlar erkeklere oranla daha kolay affederler. Bazen aldatan erkeği de affederler ama içlerinde bir burukluk kalır. Aynı olay tekrarlanırsa, ilişkiyi bitirme gücüne sahip olan kadınlar, arkalarına bile bakmadan çekip giderler. Kadın bir karar verdiyse bunu kolay değiştirmez. Hele sabit fikirli, inatçı bir kadınsa onu kararından vazgeçirmek mümkün değildir. Bu tarz kadınların, erkekler tarafından idare edilmesi gerekir. Ve kadın ilişkiyi bitirmeye karar verdiyse, erkek onu durduramaz, geri çeviremez.

Aslında her kadın için özgür olmak önemlidir. Ama hepsi bu hakkını dilediği gibi kullanamaz. Sınırlandığı zaman içsel sıkıntılar yaşamaya başlar. Kendisini kısıtlayan erkekten hırsını farklı tepkilerle alma yoluna gider. Belki canı daha çok sıkılır, yanar ama bunu yapar.

Kadınlar değişikliği, güzel ve bakımlı olmayı, alışverişi severler. Yaptıkları değişimin erkek tarafından fark edilmesini beklerler. Erkek bunu atlarsa, hakkında pek hayırlı olmaz.

Monoton erkekleri sevmezler. Heyecan veren, sürprizleri seven, güldüren, ruhlarına hitap eden, kadir kıymet bilen erkeklere hayatlarını adarlar. Kadınlar kendileri için doğru erkeği bulma konusunda biraz takıntılıdırlar. Emin olmak için erkekleri bir takım testlere tabii tutabilirler. Çoğu zaman erkek bunu anlamaz bile. Ama bir kez emin oldular mı, kendisini seven erkeğe dünyaları sunarlar.

Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER
İnsanın yüreğine de sevdiğine de söz dinletememesi kötüdür. Bu durum içinizi acıtır canınızı yakar ama bir türlü vazgeçemezsiniz. Çünkü onu seviyorsunuzdur.


“Aşkın gözü kördür” derler, doğrudur. Aşıksanız gözünüz ondan başkasını görmez. Dünya sanki onun etrafında dönüyordur. Sevmekse en büyük toleransların nedenidir. Seven insan vericidir, affetmeye hazırdır. Sevdiği onu üzse de, içini daraltsa da bir neden bulup onu bağışlamak ister. Karşılıklı yaşanan sevgilerde bu güzel bir durumdur ama karşılıksız olanlarda tam bir işkencedir. Bir de çok seven taraf sizseniz, sevgiliniz ya da eşiniz sizin kadar sevmiyorsa üstelik özverili değilse, işiniz zordur. Bu sevginin altında ezilen taraf siz olursunuz. An gelir yaşadığınız ezilmişlikler yüzünden çileden çıkarsınız. Size yaptığını ona yapmak, hayatı dar etmek istersiniz. Bir sürü planlar yaparsınız. Ama ufacık bir mutluluk anınız gelir aklınıza, eyleme geçemezsiniz. Sadece kendinizle hesaplaşıp durursunuz.

Yaşanan bu gelgitler ne yazık ki siz farkına varmadan size zarar verir. Bir yanda vazgeçemediğiniz sevdiğiniz, diğer tarafta “Topla artık kendini, bu sevdadan sana hayır yok.” diyen aklınız arasında kalırsınız. Can sıkıcı bir kısırdöngüdür yaşadığınız.

Başınızı iki elinizin arasına alır düşünürsünüz günlerce. “Onu hayatımdan çıkarırsam neler olur?” diye. Boşa koyarsınız dolmaz, doluya koyarsınız almaz. Onun yokluğundan dolayı çok acı çekeceğinizi düşünürsünüz ve bu acıyı göze alamayıp, “Yine özveriyi ben yapayım, yeter ki hayatımda olsun.” dersiniz. Sevdiğinizi bir kez daha affedersiniz.

Bir süre işler yolunda gider. Sanki onunla, yeni bir ilişkiye başlamış gibi hissedersiniz. O da size karşı biraz daha ılımlı olur. Ama bildiği bir şey vardır. Sizi tekrar üzdüğünde, zaafınızdan dolayı onu yine affedeceğiniz. İşte bu onun kalkanıdır. Onu özgürleştiren yanlışınızdır. Ne acıdır ki ilişkide az seven taraf bu kalkanı kullanmayı iyi bilir. Ve siz aynı gelgitleri yaşamaya devam edersiniz.

Peki, nereye kadar yaşanır bunlar? Bir sonu olmaz mı? Olur elbet. Ona olan sevginiz bittiği zaman sona erer. Ama bir takım nedenlerle sevgisi bitse de evliliğini tüm anlaşmazlıklara rağmen sürdüren insanlar vardır. Bu özel durumun dışında, sevginiz tükenince ona artık hayır dersiniz. Çünkü sürekli çekilen acılar gün gelir en yüce sevgileri bile bitirir. Fakat beraberinde sizi de bitirir. Yıllarınızı boşa harcarsınız.

İnsan hayatını, aldığı acı ve zevke göre yaşar. Acıdan uzak kalıp zevk alacağı şeylere yönelir. Şimdi bu kuralı az önce anlattığım konuya uyarlayalım. Bir ilişkide çok seven taraf, az sevene göre bu kuralı nasıl uygular bir bakalım. Çok sevdiği için kısa süreli yaşadığı zevklerini, çektiği acılara yeğler. Onu kaybederse sonunda büyük acı yaşayacağını düşünür, ayrılıktan kaçar. Bu, sadece iyi geçen günlerde yaşanan zevkli ve güzel anlar için yapılır. Yani kısa vade için yapılan seçimdir ve yanlıştır. Hayat, uzun süreçleri hesaba katarak yaşandığında daha güzeldir. Burada yapılacak iş aslında çok kolaydır. O anda alınan zevkle sonunda çekilecek acının yerini değiştirmek gerekir. Şu anda size zevk veren olay yerine kısa süre acı çekmeyi göze alıp, uzun süreler içinde çekeceğiniz acının yerine, zevk almayı başarabilmektir. Sizi üzen, hayatınızı zora sokan bir ilişkiyi boş yere, “Çok seviyorum, ayrılık acısına katlanamam” diye yaşamak yanlıştır. Böyle bir ilişkinin içinde uzun süre yıpranmak yerine, şimdi bir süre acı çekip, sonrasında zevkli bir başka yaşama yelken açmalısınız. Belki çok daha mutlu olacağınız, sizi de çok sevecek başka birisiyle birlikte olacaksınız. Neden kör topal yürüyen bir ilişkiyi götürmeye çalışasınız.

Size önerdiğim formül, beyin gücünüzü kullanmanın temelini oluşturur. Başardığınız anda hayatınızın değiştiğini göreceksiniz. Kesinlikle denemelisiniz.

Sevgiyle kalın…

Şadan Hergüner

Reklam Arası Televizyon Programları


Sıkı bir televizyon izleyicisi olduğumu söyleyemem. Ama ben de çoğunluk gibi akşam işten eve gelince televizyonu açarım ki; bu ana haber bülteni saati olur her zaman. Haberleri izlerim ya da yemek hazırlarken sesini dinlerim mutfaktan. Haberlerin dışında televizyonda izlediğim ise, birkaç dizi ve sinema filmidir.

Evde olsam bile gündüz saatlerinde televizyon izlemem. Çünkü yapacak daha önemli işlerim vardır. Yani günde 2–3 saatten fazla televizyon seyretmem. Zaten izlemem de olası değil. Neden derseniz hemen yanıtlayım; uzun reklam kuşakları yüzünden. Gerçi ben, bir medya çalışanıyım. Tüm yayın organlarının tek gelirinin reklam olduğunu biliyorum çünkü işin içindeyim. Ama aynı zamanda bir izleyiciyim ya da dinleyici veya okuyucu… Hatta iyi bir internet gezginiyim. Tüm araştırmalarımı öncelikle internette yaparım. Ne yazık ki orada da reklam çok… Artık bıktırıyor. Tıpkı televizyon gibi!

Bir dizi film normal şartlarda 50 dakikadır. Ama biz 2 saat boyunca izliyoruz. Nedeni, reklam kuşakları… Tanıtıcı reklam, açıklayıcı reklam, reklamları sunan reklam, reklamlar ve reklamları sona erdiren reklam derken bir reklam kuşağı 15 dakika sürüyor. Her 10 – 15 dakikada bir reklam kuşağı yayınlanıyor. Buna bir de televizyonların program tanıtımları ekleniyor. Reklam öncesi ve sonrası aynı tanıtımlar yayınlanıyor. Sanki biz embesil yaratıklarız, birkaç kez gösterildiğinde anlayamıyoruz da bir program içinde en az 5 kez görmek zorundayız gibi. Böylece reklam araları 20 dakikaya çıkıyor. Gel de izle programı veya filmi… Bu nedenle istesem de televizyon izleyemem. Daha doğrusu tahammül edemem. Oysa bana göre bu iş için uygulanacak farklı yöntemler var. Neden bunları yapmazlar bilmiyorum.

Gelelim para ödeyerek izlediğimiz televizyon kanallarına. Bunlara ne demeli? Kardeşim zaten abonelerinizden para alıyorsunuz. Hiç olmazsa siz biraz daha insaflı olun bu konuda. Yok ama yapmıyorlar. Bunların sadece sinema kanallarında film izlemek güzel, çünkü film boyunca reklam vermiyorlar, adam gibi izliyorsun. İşte bu yüzden televizyon izlemek istemiyorum.

Aslına bakarsanız, herkesin bildiği bir konu var. İzleyici, reklam kuşağı yayına girer girmez kanal değiştiriyor. Yani izlemiyor. Veya benim yaptığım gibi başka bir işle uğraşıyor. Ben ya okumam gereken bir şeyi okuyorum ya da evde yapmam gereken bir işi yapıyorum. Bunu bile bile aynı tas aynı hamam durumu devam ediyor. Farklılık yapılmıyor. Radyo kanallarında da durum aynı… Bir radyo programcısı olarak bunu da vurgulamalıyım.

Bu konuda söyleyecek fazla bir şey yok, izleyicinin biraz tepkisini artırması gerek diye düşünüyorum. Haaa, minikler, bebekler reklamlar karşısında oyalanıyor hatta yemeklerini bile yiyorlar ama olan biz yetişkinlere oluyor hem onlar gece saatlerinde yataklarında oluyorlar yani o saatte reklamın bebişlere de faydası olmuyor.

Sorun değil biz reklamlarıyla da izleriz televizyonu diyenler için sözüm yok da, benim gibi rahatsız olanların çok olduğunu belirtmekte fayda var diyorum. Onlardan biri de benim babam. Uzun zamandır bizim kanalları izlemiyor ya da çok sınırlı izliyor. Ben ondan daha dayanıklıyım ama dediğim gibi ancak geceleri, o da en fazla birkaç saat.
Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

KEŞKE HER GÜN BAYRAM OLSA

Ne güzel olurdu! İnsanların birbirine saygı ve sevgi dolu olduğu, manevi duyguların yoğunlaştığı bayram günlerini çok seviyorum. Aile büyüklerimizi ziyaret ettiğimiz, dostlarımızı aradığımız, birlik ve beraberlik duygularını iliklerimizde duyumsadığımız günlerdir bu günler. Bize kendimizi iyi hissettirir. Olumlu duygu ve düşüncelerle dolarız. Başkalarını da düşünür, paylaşımlarda bulunuruz.
Milli ve dini bayramların içerikleri kuşkusuz farklı ama ben her ikisinde de ortak bir yön buluyorum. Bize insani değerlerin, insan olmanın önemini hatırlatıyorlar. Milli bayramlarımızda bizi saran duygular; ülke, bayrak, toprak ve vatan bütünlüğümüzü güçlendirirken, dini bayramlar manevi duygularımızı güçlendirip, başkalarını düşünmeyi, paylaşmayı, iyilikler üretmeyi ve dostlukları geliştirmeyi sağlar. Yani her ikisi de iç dünyamıza hitap eder, insani özelliklerimizi belirginleştirir.

Keşke her günümüz bayram güzelliğinde olsa. Bu günlerde içimizi dolduran duygular her zaman bize eşlik etse de insan olduğumuzu ve insanlarla bir arada yaşadığımızı unutmasak. Her zaman birbirimize saygılı ve sevgili olsak. Paylaşımcı, düşünceli, hatır gönül bilir olsak. Anlayış ve hoşgörümüzü hep kullansak…

İnsanların birbirini hoşgörüyle kabullendiği, anlayışla karşıladığı bayram günleri, affetmeyi, kin duygusundan arınmayı, nefreti yok etmeyi sağlayan günlerdir. İşte bu nedenle diyorum, her günümüz bayram olsa da bizler daha anlayışlı, hoşgörülü, affedici olsak. Aile üyelerimiz, akrabalarımız ve sosyal çevremizle sağlıklı iletişimler kurabilsek. Çünkü bizler insani yönlerimizi geliştirdikçe, uzlaşmacılıktan uzak yanlarımızı törpüledikçe, başkalarının da bir can olduğunu kabullendikçe olgunlaşırız. Olgun ruha sahip insanın tüm iletişimleri daha iyidir, anlamlı ve bilinçlidir.

Yarın kutlayacağımız bir bayram var önümüzde. Bu bayramın hepimize güzel gelmesini diliyorum. Bize yaşatacağı manevi duyguların devamlı olmasını diliyorum. Bir de bayramlarımıza önem vermemiz, bayram geleneklerimizi yaşatmamız gerektiğini de unutmayalım istiyorum. Her toplum, her millet kendi gelenek ve görenekleriyle, kendi kültürüyle vardır. Bunları kaybedersek biz olmaktan çıkarız. Bize başkalarının biçtiği rolleri oynar, diktiği giysileri giyer, değerlerimizi yitirirsek ipleri çekilen kuklalara benzeriz.

Hepinizin Kurban Bayramını kutluyorum. Bayramların mutluluk ve huzur veren tatları her zaman sizinle olsun.

Sevgiyle kalın.

Şadan Hergüner              

FARKINDA OLARAK KURULAN İLETİŞİM

Yaşam savaşı verirken, yaşadığımız olayların, kendimizin, ailemizin ya da sevdiğimiz şeylerin ne kadar farkındayız diye düşündünüz mü? Aslında biz hayatı pek farkında olmadan yaşıyoruz. Çünkü sadece yapmamız gereken işlerin peşinde koşuyoruz. Tüm yaşamımız otomatik bir program içinde sürüyor. İşimizi sevmesek de çalışmak zorundayız. Gereksinimlerimizi karşılamamız için bu şart. Bir arada olduğumuz insanların sahte yüzünü bilsek de onlarla bağımızı sürdürmek zorundayız. Çünkü bu insanlar ya çalışma arkadaşlarımız ya görüşmemiz gereken yakınlarımız ya da sosyal hayatın içinde olan insanlar.

Yaşam savaşı içinde çoğumuz nelerden hoşlandığımızı, ne yapmak, nasıl yaşamak istediğimizi unutmuş durumdayız. İç dünyamızı değil dış dünyamızı önemsiyoruz. Sosyal maskelerimizi takıp hayatımızı sürdürüyoruz. İçinde olduğumuz toplum bizden nasıl davranmamızı istiyorsa, öyle hareket ediyoruz. İç dünyamızın yani canımızın isteklerini bastırıyor, başkalarının beklentilerine göre yaşıyoruz. Çalışma hayatımız, özel ve sosyal hayatımız hep bu beklentilere göre yaşanıyor. Hayatımızdaki insanlarla sosyal maskemizi takıp, iletişim kuruyoruz. O insanlar da aynısını yapıyor. Hayatlarımızı “Başkaları ne der?” anlayışına göre sürdürüyoruz. Toplumun az bir kesimi dışında, geri kalanı böyle yaşıyor. Durum bu olunca kendi iç dünyamızdan, diğer insanların iç dünyalarına açık iletişim kuramıyoruz. Nedeni; herkesin bazı korku ve kaygılar doğrultusunda, sosyal maskelerini takmak zorunda olması.

Gerçek olmayan yüzlerle kurulan iletişim sonunda insanlar kendilerini yalnız hissetmeye başlıyorlar. Bazıları evliliklerinde bile yalnız olduğunu düşünüyor. Çünkü çiftler arasında kurulan iletişim candan olmayıp, yüzeysel oluyor. Kişinin yalnızlığının nedenini, kendi özünden uzaklaşması ve kendine yabancılaşması oluşturuyor. Kendimizin farkında olmamak, canımıza önem vermemek bizi mutsuzlaştırıyor. İç ve dış dünyamız arasındaki fark, strese neden oluyor, sağlığımızı bozuyor. Bu kez yaşam monoton bir kısır döngüye dönüşüyor. Kişi bu duyguyu iç dünyasında yoğun yaşayıp, ruh ve beden sağlığını kaybetmeye başlıyor.

İç ve dış dünya arasındaki farkı şu örnekle açıklayalım: Kişinin iç dünyası iletişimde olduğu insana nefret duyarken, dış dünyasında sosyal maskesini takıp saygı göstermek zorunda kalması, kendisine olan saygısını ve dürüstlüğünü kaybetmesine neden oluyor. Hayatı böyle yaşayan, aşırı sosyalleşmiş insanlar iç dünyalarından uzaklaşıp, mutsuzluklarını hazırlıyorlar.

Sadece “Topluma uyum sağlamalıyım.” anlayışına göre yaşamak, kendimizin ve hayatın farkında olmadan yaşamaktır. Sağlıklı bir yaşam için canımızın isteklerine önem vermeliyiz. Özelliklerimizin, duygu ve düşüncelerimizin farkına varmalıyız. Çevremizdeki kişileri doğru algılamalıyız. İki insan arasında candan kurulan dürüst iletişim, karşıdaki insanın gerçekten farkına varabilmektir. Çünkü iletişim; birbirini fark eden iki insan arasındaki mesaj alışverişidir. Bu mesaj ne kadar açık ve doğru olursa iletişimden elde edilecek sonuç, o kadar gerçek olur. Candan cana kurulan iletişim, açmazları açan anahtardır. İkili ilişkilerde bunun önemi büyüktür. Sosyal maskelerin takılması gereken zamanlar olacaktır. Bazen karşımızdaki insanı üzmemek için veya ayıp olmaması için içimizden geldiği gibi davranamayız. Duygu ve düşüncelerimizi açıkça söyleyemeyiz. Bunlar yaşamın gerçekleridir. Doğru olan, sosyal maskeli iletişimin sürekli olmamasıdır. Sağlıklı, mutlu, başarılı hayatın sırrı, farkında olmak ve açık iletişim kurmaktır.

Hep candan ve içten olmanız dileğiyle.

Şadan HERGÜNER

ALDATMA

İnsanların hiçbir anlamda birbirlerini aldatmadıkları bir dünyada yaşamayı çok isterdim. Her şeyin açıkça yaşandığı, dürüst ilişkilerin kurulduğu bir yaşam nasıl olurdu? Şöyle bir düşününce, heyecanı ve adrenali az ama huzurlu ve güvenli olurdu sanırım. Beni kim, ne şekilde aldatacak diye bir korku olmazdı. Buna fazla kafa yormayalım çünkü mümkün değil. Çünkü günümüzde, herkes bir biçimde birilerini aldatıyor. Ben yazımda eşlerin yani kadın ve erkeğin cinsel anlamda aldatma nedenlerine değinmek istiyorum.


Önce bilimsel olarak sık görülen aldatma nedenlerinden bazılarını sıralıyım: Eş ile iletişim kuramama, duygusal anlamda yalnız bırakılma, aşık olma, cinsel sorunların varlığı, yasak aşkla gelen heyecan isteği, egonun tatmin edilme hissi, sürekli aldatma eğilimi, aldatan arkadaşları taklit etme isteği, karşı cinsin cazibesine kapılma ve daha başka nedenler…

Konu aldatma olunca önce erkekler akla geliyor. Çünkü onlar bu işi daha fazla yapıyor. Fakat erkeği aldatan kadının sayısı da az değil hani. Şimdi bu nedenleri biraz açalım:

Uzmanlar aldatmanın inanılmaz bir adrenalin yükselmesine neden olduğunu söylüyor, kadın ve erkeğin farklı nedenlerle aldattığını vurguluyorlar. Erkeklerin, cinsel açıdan değişiklik yaşama isteğiyle aldatırken, kadınların mutsuzluk ve umutsuzlukla aldattığını belirtiyorlar. Ve erkeklerin aldatmak için çok önemli bir nedene ihtiyaç duymadıklarını söylüyorlar. Sırf hava atmak, övünmek için aldatan erkekler var. Nedeniyse, ne kadar çok kadınla ilişkiye girilirse arkadaş çevresinde takdir görme oranı o kadar artıyor. Uzmanlar, çocuklukta yaşanan iç çatışmaların erkekleri aldatmaya ittiğini belirtirken, kadınların aldattığı zaman, duygularıyla toplumun baskısı arasında sıkıştıklarını, bu nedenle erkeklere oranla aldatmalarının daha zor olduğunu ve kadınların aldattıklarında çok dikkatli olduklarını, tüm ayrıntıları düşündüklerini söylüyorlar. Erkeklerdeyse bu tam tersi oluyor. Dikkatsizleşiyorlar. Yeni kıyafetler alıyorlar, tarz değiştiriyorlar, kendilerine bakıyorlar, şişmanlar hemen spora başlıyorlar. Ev dışında zaman geçirecek nedenler üretiyorlar. Bunlar, onları ele veriyor. Ama zaten bakımlı, kaliteli ve çok çalışan bir erkekse bunu çaktırmadan yapabiliyor.

Kadının aldatması için mutsuz, çaresiz olması gerekiyor. Kendinden yaşça büyük, sevmediği ama zengin bir erkekle evli ya da birlikte olan kadınlar, yaşlarına uygun sevgililer bulup onaları aldatabiliyor. Şiddete uğrayan, yalnız kalan, ilgi ve sevgi göremeyen, maddi zorluk çeken kadınlar da aldatabiliyor. Bu işi zevk için yapanlar da var. Fakat kadınların erkekler kadar sık aldatması, sadece zevk için yapması o kadar kolay olmuyor. Oysa erkekler bir kez aldatmaya başlarsa gerisini kolayca getirebiliyor.

İlk aldatma erkek için zor oluyor, suçluluk duyuyor. Aniden olduğunu söylüyor. Ama aklında aldatma eylemi var yani istemiş. Bir kez olup alışınca, sonradan gelenler kanıksanıyor. Çoğu, eşiyle yaşayamadığı cinsel tatları yaşamak için aldatıyor. Aşık olduğu için ya da yasak ilişkinin verdiği heyecan için. Bir de yaş dönümlerinde yaşanan sorunlar yüzünden aldatanlar var. Özellikle andropoz dönemi! Erkek kendini önce kendine, sonra başkalarına kanıtlamak için aldatıyor. Yaşını almış, parası bol erkeklerin, etrafında genç ve güzel kızlarla boy göstermeleri buna örnektir. Bir kısmı da genlerindeki dürtüler nedeniyle, farklı cinsel keyifler yaşamadan duramıyor. Yani suçları yok. Doğal bir gereksinimmiş gibi aldatıyorlar. Önemli bir neden de şu; erkeklere yüklenen bir yakıştırma var. “Erkek adam çapkın olur.” “Çapkınlık erkeğin elinin kiridir, yıkayınca akar gider.” Aldatmayan erkeğin beceriksiz, kılıbık olduğu söylenir. İşte bu nedenle yoldan çıkan erkekler de var. Ne üzücü. Üstelik onları ayartanlar, hemcinsleri…

Aldatma nedenleri genel olarak bunlar. Şimdi kendi düşüncemi yazmak istiyorum. Bence her tür aldatma ve cinsel aldatma, insanın kendini kandırmasıdır. Başkalarını uyuttuğunu düşünürken, komik hale düşmesidir. Aldatma ortaya çıkınca rezil olmasıdır. Farklı cinsel deneyimleri sürekli tatmak isteyen erkek ve kadınların hiç evlenmemeleri, ciddi beraberlikler yaşamamaları gerekir. Karşılarındaki insana açık olsunlar. Sadık kalamıyorlarsa, bunu söylesinler. Çünkü üstünü örttüğünüz her pislik bir süre sonra kokuşacak ve kendini belli edecektir. Dürüstçe yaşanan, aldatmalardan uzak ilişkiler diliyorum hepinize.
Sevgiyle kalın.

Şadan Hergüner

ERKEK, KADIN RUHUNDAN ANLAR MI?

Ne dersiniz, zamanımız erkeği kadın ruhundan anlıyor mu? Bence pek anlamıyor. Hani o eski İstanbul beyefendisi dediğimiz erkekler olsa günümüzde neyse de. Biliyorsunuz onların soyu tükendi neredeyse. Yeni yetme erkeklerin, kadının bir ruhu olduğunun bile farkında olduğunu sanmıyorum. Biraz ağır oldu galiba ama gerçekler acıdır. Zaten tüketim toplumu olduğumuzdan beri insanların yapısı değişti. Her şeyi kolayca tüketiyoruz. İlişkilerimizi, sevdiklerimizi, hayatımızı... Üretmek, kotarmak şöyle dursun, tüketemediklerimizi de hemen kaldırıp çöpe atıveriyoruz. Yani huyumuz suyumuz değişti. Tabi, toplumsal değerlerimiz de. Bırakın kadın ruhundan anlamayı, büyüklerimize saygı göstermez olduk.

Gelelim konumuza! Her şeyden önce kadın ve erkek, ruhsal ve fiziksel açıdan birbirinden farklı özelliklerle yaratılmışlardır. Yani birbirlerini tam olarak anlamalarını beklemek doğru olmaz. Ancak anlayış gösterip, saygıyla birbirlerini kabul etmeleri gerekir. En azından ben böyle düşünüyorum. Şimdi kadın ve erkek farklı özelliklerde varlıklar olunca, her zaman uzlaşmaları mümkün olmuyor. Bence kadınları erkeklerden farklı kılan en önemli özellik ruhlarında gizlidir. Kadın ruhu daha duyarlı, sabırlı, duygusal, dayanıklı ve hassastır. O yüzdendir ki, doğurganlık gibi bir ayrıcalık kadına verilmiştir. Kadın, anne olma özelliği ve duyarlı ruhuyla erkeğe oranla bazı alanlarda farkındalığı daha yüksek bir varlıktır. Olayları ve insanları detaylı algılar, farkına varır. Üstelik kadın ruhu acılara erkekten daha dayanıklıdır. Acısını içinde tüm hızıyla yaşar ama etrafına belli etmez. Erkeğe oranla daha kolay affeder. Fiziksel olarak narin yaratılan kadının ruhu da incedir. Anlaşılmak, ilgilenilmek, özen gösterilmek ister. O annelik özelliği gereğince hayatındaki erkeğe de korumacı yönüyle yaklaşır. Sahip çıkmak, besleyip, büyütmek ruhsal özelliklerinin içinde vardır. Erkeğin onu anlamasını karşılık vermesini bekler. Peki, erkek onu yeterince anlayabilir mi? Hayır. Çünkü erkek bu özellikleri kadın gibi yoğun biçimde ruhunda barındırmaz. O yüzden erkekler kadın ruhundan pek anlamazlar. İstisnalar vardır ama onlarda genel kuralı bozmazlar.

Erkekler doğaları gereği biraz katıdır, serttir, incelikten yoksundur. Onlar fiziksel olarak güçlü yaratıldıklarından, bu güçlerini kullanmayı severler. Hatta zarif, kibar, anlayışlı erkeklerle karşılaştığımızda, “Kadın ruhu gibi ince ruha sahip bir adam,” demez miyiz? Deriz tabi. Çünkü alışılmadık bir durumdur. İşte bu yüzden erkekler kadınları zor anlarlar. Onlar biraz “höt höt” yapılı varlıklar oldukları için dıştan duyarlı görünseler bile özlerinde bu özellik vardır ve yeri geldiğinde hemen kullanırlar. En efendisi, medenisi, eğitimlisi bile damarına basıldığında bu yüzünü gösterir. Gerçi şimdi diyeceksiniz ki kadınların içinde yok mu “höt höt” tipler? Var ama erkeklerle kıyaslandığında devede kulak kalır. Şimdi bu durumda nasıl beklersiniz “höt höt” bir adamın, ince ruhlu, zarif, narin bir kadını anlamasını? Bu biraz hayalcilik olmaz mı? Ama şunu da vurgulamak gerekir. Erkekler kadın ruhunu anlamak için uğraş vermişlerdir. Özellikle sanatçı erkekler. Onlar bunu başarabilen en önemli kesimdir. Bir de kişisel gelişimini kemale erdirenler kadını iyi anlar. Dedim ya her iki cins farklı özelliklerle yaratılmış. Birbirlerini tam anlamaları zor…

O zaman yapılacak tek şey, karşılıklı saygı ve anlayışla, dengeli olarak kabullenmektir. Yoksa sorun devam eder. Kavga, gürültü eksik olmaz. Zaten bunlarla ezilen taraf, narin yapılı kadın ruhudur. Bence erkeği yöneten taraf olan kadının, bu durumu da kendisi çözmelidir. “Şu erkekler bizi niye hiç anlamıyor,” demek yerine, “ onların bizi anlaması mümkün değil, iyisi mi biz idare edelim.” demesi gerekir. Aksi takdirde kadın kendini boş yere üzer.

Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

YAŞAMDAN BEKLENTİLER

Hepimizin yaşamdan beklentileri var. Güzel bir hayat, iyi bir iş, ev, araba, uyumlu bir evlilik ve çocuklar gibi… Daha birçok şey saymak mümkün! Çünkü ihtiyaçlar sonsuzdur. Peki, beklentilerimizi gerçekleştirmek için yeterince donanımlı mıyız? Değilsek, neler yapmamız gerektiğini biliyor muyuz? İsteklerimize kavuşma konusunun cevabı, bu sorunun yanıtındadır.


Hayatını beklemekle geçirmek, eylemsiz kalmak bizi sonuca ulaştırmaz. Yaşam sadece belirli insanlara, ailelerinden gelen olanaklarla kolaylık sağlar. Çoğunluk, bunları çalışarak elde etmek zorundadır. Dış etkenlerin olumlu ve olumsuz yanları da düşünüldüğünde, beklentilere kolayca sahip olmanın olasılığı çok yüksek değildir. Ama olanaksız da değildir. Yapılması gerekense izlenecek yolun öğrenilmesidir. Yani bilgi donanımı gereklidir.

Yaşamdan beklentilerimizi gerçekleştirmenin öncelikli adımı kendimizi iyi motive etmektir. Hayattan en çok beklediğiniz şey nedir? Başarılı olmak mı? Bunun için ihtiyacınız olanlar; ne yapacağınızı bilmenizi sağlayacak bilgi ve eğitim, nasıl yapacağınızın bilgisi ve bunu gerçekleştirmek için gerekli olan iç motivasyondur. Kendini isteklendiremeyen kişiler hedeflerine ulaşmakta zorlanırlar. İç motivasyonu güçlü olanlarsa, beklentilerine ulaşmak için önce hedef belirlerler, ona ulaşmak için de hemen eyleme geçerler. Yani kafalarındaki düşüncelerini harekete geçirirler. Bu yolda yürürken karşılaşacakları engellere hazırlıklı olurlar. Olumsuz gelişmeler karşısında korkmak, yılmak yerine yeni yollar aramaya ve başarmaya odaklanırlar. İnsan kendini isteklendirme yollarını bir kez öğrenir ve uygularsa istediği tüm ulaşılabilir beklentilerine kavuşabilir.

İç motivasyonu güçlendirmenin ilk aşaması kendine inanmak ve yılmamaktır. Kendinize inanmanızı sağlayabilecek tek kişi sizsiniz. Başkaları yardım edebilir ama ancak siz gerçekleştirebilirsiniz. Kim olduğunuzdan, eğitiminizden, konumunuzdan bağımsız olarak; eğer kendinize inanırsanız kendiniz hakkındaki tutumunuz olumlu olabilir. Kendinize inanmak için atabileceğiniz dört adım var:

1- Yaşamınızda gerçekleştirmek istediğiniz başarı ve mutluluğunuzun temel unsurları olacak amaçlarınızın bir listesini yapın. (İyi iletişim kurmak, milletvekili seçilmek, başarılı bir öğretmen olmak, üniversite okumak v.b.)

2- Amaçlarınıza ulaşmanız için atmanız gereken adımların bir listesini yapın. (Patronunuza yükselmeyi hak ettiğinizi kanıtlamak, şirketinizin kârını artıracak bir fikir bulmak, insanlarla etkin iletişim kurabilmenin yolunu bulmak, her yıl daha fazla para kazanacağınız bir konuma ulaşmak v.b.)

3- Amaçlarınıza ulaşmanız için gereken belli kişisel davranış nitelikleri vardır. Dürüstçe bunları listeleyin. (Dürüstlük, kendiyle barışık bir kişilik, bilinçli olma, göreve bağlılık ve sıkı çalışma gibi nitelikler olabilir.)

4- Şu anda kendinizi eksik gördüğünüz ya da hiç sahip olmadığınız nitelikleri listeleyin. Bunlar, kazanmak için üzerinde çalışmanız gereken niteliklerdir. İşte burası çalışmanızın başladığı yerdir. Bu eksiklerinizi yenmeniz ve onları listeden atmanız gerekir.

Bunları başarmak sizin elinizdedir. İnsan isterse, inanırsa, korkmadan, yılmadan çalışırsa ve bunun için en doğru yöntemleri uygularsa kesinlikle başarıya ve beklentilerine ulaşır. Denemekte fayda var.

Sevgiyle kalın.

Şadan Hergüner

AZ KONUŞUP ÇOK DİNLEMEK

Filozof Diyojen’e sormuşlar:


“Üstadım, niçin iki kulağımız ama bir tane ağzımız var?
Diyojen;
“Az konuşalım ama çok dinleyelim diye.” Demiş.

Ne kadar güzel bir yanıttır bu!

Bizlerin iletişim kurmada en çok sorun yaşadığı konudur; konuşma ve dinlemenin dengesini kuramamak. Çok konuşursak daha iyi anlaşılacağımızı düşünürüz. Oysa doğru olan, tam tersidir. Üstelik doğru ve güzel konuşmanın özü de budur. Yani daha çok dinlemek, iyi analiz etmek ve sonra konuşmak… Tabii, kendimizi iyi ifade etmenin de…

Şöyle çevremize baktığımızda çok konuşan hatta gereksiz ayrıntılarla konuşan insanları pek de sevimli bulmadığımızı düşünürüz. Eğer biz bunu yapıyorsak, başkaları da bizi sevimli bulmuyor demektir. Hele bazı insanlar vardır öyle abuk subuk konuşurlar ki, lafların nereye varacağını, asla hesaplamazlar. Sadece söylerler. Birileri kırılacakmış, üzülecekmiş, başları dara girecekmiş, hiç umursamazlar.

Size konuşma fırsatı vermeden makineli tüfek gibi konuşanlar da ayrı bir vakadır. Arada lafa girmeye çalışırsınız, izin vermezler. Sanki her şeyi bir tek onlar bilir. Onların düşünceleri, varsayımları, saptamaları önemlidir. Dünya sadece onların çevresinde dönüyordur. Üstelik kendi doğrularını size de onaylatıp, kabul ettirmeye çalışırlar. Yalan dolan konuşan, hayal gücü yüksek, gerçeklerden uzak yaşayanların konuşmalarını hiç hesaba katmıyorum zaten. Onlar yalanlarıyla yarattıkları kendi dünyalarını gerçekmiş gibi yaşar ve konuşurlar.

Sağlıklı iletişim kurmanın ve kendimizi en doğru şekilde ifade etmenin yolu ise tıpkı ünlü filozof Diyojen’in dediği gibi çok dinlemek ve az konuşmaktır. Karşımızdaki insanın ya da insanların neler anlattıklarını, söylemeye çalıştıklarını tam anlamadan konuşmak başka sorunlara da yol açar. İyi dinlemeyip, tam anlamadığımızda farklı varsayımlara kapılıp iletişimde olduğumuz insanları bile kaybedebiliriz. Gereksiz yere kalp kırarız, onarılmaz hasarlar verebiliriz. Ağızdan çıkan söz, kurşun gibidir. Geri alınamaz. Hedefe vardığında iş işten geçmiş olabilir. Eğer yanlış bir söz ise…

Bu durumda yapmamız gereken en güzel iş, iki kulağımızla anlatılanları iyi dinlemektir. Dinlediğimizi iyi analiz ettikten sonra kafamızda oluşturduğumuz yorumu konuşmamıza aktarmaktır. “İki kulak, bir ağız” dengesini kurabilmektir. “Söz gümüş ise sukut altındır.” İşte atalarımızdan gelen bu söz de boşa söylenmiş değildir. Ne mutlu önemini anlayabilenlere!

Sevgiyle kalın.
Şadan Hergüner

SEVGİNİZİ SÖYLEMEKTEN KAÇINMAYIN

Bazı insanlar sevgilerini açık etmekten mutluluk duyar. Bazıları içinde saklar, söylemekten çekinir. Kimileri de sevgisini sözle ifade etmekten utanır. Dilinin ucuna gelir yüreğinin sözleri ama söyleyemezler. Üstelik yazıya dökmekten bile rahatsız olurlar.

Ne yanlış bir tutumdur bu. Sevgi sözlerle ifade edildiğinde anlam bulur. Karşısındakine farklı bir haz verir. Sevgi sadece eylemlerle anlatılamaz. Sözlerle takviye ister. Jestlerle detaylanır. Sevdiğiniz insan, siz tam anlatmazsanız nasıl bu sevginin varlığından emin olabilir ve kendini seviliyor hissedebilir ki?

İşte bu nedenlerle sevdiklerinize sevginizi sözlerinizle anlatın. Hareketlerinizle, jestlerinizle hatta sürprizlerinizle taçlandırın. İçinizde tutmayın. O biriken sevgi gün gelir sizi, gerektiğinde ifade etmediğiniz için çok üzebilir. Ya sevdiğinizi elinizden kaçırırsınız, ya da o bu dünyadan göçtüğünde “Keşke onu ne kadar çok sevdiğimi söyleseydim.” diyebilirsiniz. İçinizde açılacak bu yaralara izin vermeyin. Anne ve babalarınıza, eş ve sevgililerinize, çocuklarınıza, dostlarınıza, yakın akrabalarınıza sevginizi dile getirin. İster sözle, ister yazıyla ama mutlaka söyleyin.

“Nasıl olsa benim onu sevdiğimi biliyor, defalarca tekrarlamama ne gerek var.” Bu düşünce biçimi yanlıştır. Sevdiğiniz kişi eşiniz olsun, sevgiliniz olsun, anne ve babanız ya da çocuğunuz olsun veya arkadaşınız olsun hiç fark etmez sizden sevgi sözlerini duymak ister. Bu onları mutlu eder hatta onurlandırır. Sevginizi sözlerle ifade etmek sevdiklerinizi ödüllendirmek anlamına da gelir.

Sevgimizi içimizde tutup, sözlere dökmemek, davranışlarımıza yansıtmamak kurduğumuz iletişimin de aksamasına neden olur. Karşımızdaki insanlar medyum değildir. Biz anlatmadan, hissettirmeden, kendimizi ve duygularımızı tam ifade etmeden bizi anlayamazlar.

Her insan farklı yapıdadır. Herkesin aynı olmasını bekleyemeyiz. Ama en azından bazı şeyleri yapmayı deneyebiliriz. Utangaçsak, bunu kırmak için kendimizi eğitebiliriz. Vurdumduymazsak, daha duyarlı olmak için çabalayabiliriz. Unutkansak, kendimize hatırlatıcı alarmlar oluşturabiliriz. Yani her şey bizim elimizde. Yeter ki yapmak isteyelim.

Sevgi, insanları birbirine bağlayan en güzel duygudur. Bu bağı güçlü kılmanın en hoş yolu da sevginizi sözlerle ve davranışlarla ifade etmektir. Yüreğinizin her zaman sevgi dolu, sevenlerinizin ve sevdiklerinizin hep çok olmasını diliyorum.

Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER














İNSANIN ŞAŞIRTAN DAVRANIŞLARI


Eflatun’a Sormuşlar


Toplumun kötülüklerinden ve nahoş hallerinden kaçmayı kendine düstur edinmiş olan Eflatun’a iki soru sormuşlar.

Birincisi; “İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir?”

Eflatun tek tek sıralamış:

“ Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki sonra çocukluklarını özlerler.
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler, sonra sağlıklarını geri almak için para öderler.
Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta, ne bugünü ne yarını yaşarlar.
Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler…”

Sıra gelmiş ikinci soruya. “Peki, bu konuda siz ne öneriyorsunuz?”

Bilge yine sıralamış:

“Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın. Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır. Önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.”

Eflatun’un çok uzun yıllar öncesinden yaptığı saptamalar ve öneriler ne kadar doğru.

Biz insanlar hayatı nasıl yaşadığımızın farkında değiliz. Güzelliklerini tadarak değil, hayatı bir an önce tüketerek yaşıyoruz. Hep daha fazla şeye sahip olmak için didiniyoruz. Daha çok para, eşya, giysi mal ve mülk… Yani maddeye bağımlı yaşıyoruz. Tabiî ki bunlarda olacak ama yeterince… Daha çok değil. İhtiyacımız kadar.

Günü yani anı yaşamadan yarının hesabını, planını yapmak akıllıca değildir. Çünkü yaşam bize hiç beklemediğimiz engeller ya da farklılıklar çıkarabilir. Yapılan planlar altüst olabilir. O nedenle bugünün değerini bilerek yaşamak lazım. Bize sunulan hayatı, güçlükleri ve kolaylıklarıyla sindirerek yaşamak gerekir ki, hiç yaşamamış gibi ölmeyelim.

Sağlıklı yaşamak ise hayatın keyfine vararak yaşamaktır. Elimizde olmayan nedenler dışında, sağlığımızı korumak için bedenimize ve ruhumuza bakmamız, iyi davranmamız gerekir. Onu hoyratça harcamak, hayatımızı harcamakla eşdeğerdir.

Ve sevgi… Sevmek ve sevilmek! Eğer biz önce kendimizi ve sonra herkesi hatta en çirkini bile seversek, başkaları da bizi sevecektir. Sevgi karşılığını kendiliğinden bulur. Ama hiç kimseye kendimizi zorla sevdiremeyiz. Bu ancak suyun gideceği yolu bulması gibidir. Doğal olarak gelişir. Siz başkalarını gerçekten sever, hoşgörülü ve içten olursanız, başkaları da aynısını size hissedecektir.

Hayatı dolu dolu yaşamak bizim elimizde. Çabucak tüketmekte… En iyisi, önce bugünü hakkıyla yaşamaktır. Duyumsayarak, isteyerek, keyif alarak yaşamak… Çalışmanın, dinlenmenin ve eğlenmenin dengelerini kurarak yaşamak. Yani yaşayarak ölmek lazım, haksız mıyım?

Sevgiyle kalın.
Şadan Hergüner




Hayat Her Zaman Güzeldir

Şu anda hayatın neresindesiniz? Kolay yerinde mi, yoksa zor yerinde misiniz? Sizi bilemiyorum ama ben yine zor bir noktadayım. Eskiden olsa üzülürdüm. “Hep beni buluyor bu terslikler, ne zaman her şey yolunda gidecek? Bıktım artık.” derdim. Ama yaşam deneyimi öyle bir şey ki insanı farkında olmadan eğitiyor. Bir bakıyorsun, yaşama bakış açın değişmiş. İşte ben şimdi bu noktadayım. Hayatın beni eğittiğinin farkındayım. O yüzden şu aralar yaşadığım güçlüklerden korkmuyorum.


Her nedense hayatımdaki güç zamanlar, rahat zamanlarımdan fazla oldu. Galiba benim yaşam sınavlarım biraz zor. Ben hayatın birçok sınavla dolu olduğuna inananlardanım. Kimi hayatlar kolay kimileri zor sınavlarla doludur. Güçlüklerle baş edip, üstesinden gelenlerin ruhu daha iyi olgunlaşır. Bir de şuna inanırım; sürekli mutlu olmak ya da hep mutsuz olmak mümkün değildir

Hayatın tek düze olduğunu düşünsenize… Keyifli olur muydu? Asla. Sürekli mutlu yaşadığınızı düşünün. Bir süre sonra sıkılmaz mıydınız? Değişiklik aramaz mıydınız? Mutsuzluğu bilmeseydik, mutluluğun değerini nasıl anlardık? Veya tam tersini düşünün. Devamlı mutsuz olduğunuzu. O zaman yaşama sıkıca sarılabilir miydiniz? İçinizde, yakında bir şeylerin değişebileceği umudu olmasaydı yaşamaya devam edebilir miydiniz? Edemezdiniz. İçimizde umut olmazsa, işte o zaman hayat yaşanmaz.

Bence hayatı yaşanır ve değerli kılan, iniş ve çıkışlarıdır. İnişi yaşamadan, çıkışın kıymetini bilemeyiz. Uzun süre aynı çizgide devam eden hayat bile sıkıcıdır. İçinde heyecan olmadan, kaybetmenin korkusu, kazanmanın sevinci olmadan yaşanan hayat keyif vermez. Sürekli kazanarak yaşarsanız, kazandığınızın değerini bilemezsiniz. Ancak kazandığınızı kaybettiğinizde onun ne kadar değerli olduğunu öğrenirsiniz.

Hayata teşekkür ediyorum beni eğittiği için. Farkında olmamı sağladığı, yaşattığı güzellikler ve zorluklarla beni mutlu ettiği için. Her güçlüğün yanında bir kolaylık verdiği için. Her olumsuz deneyimden, olumlu yanı bulup çıkarmayı öğrettiği için. Yalnız kendim için değil, başkaları için de yaşamam gerektiğini anlamamı sağladığı için. Yaşamak da bu değil mi zaten?

Tüm güçlüklerine rağmen yaşamak, nefes almak, hayatı iliklerinizde hissetmek güzel şey doğrusu!

Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

Dünya nimetlerine önem vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta, zenginliğinden başka özelliği olmayan bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir...


Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa, “Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.” der. Diyojen, kenara çekilerek, gayet sakince şu yanıtı verir:

“Ben çekilirim!”

Manevi duyguların, değerlerin daha bir anlam kazandığı şu günlerde böyle bir konuya değinmek istedim. Yukarıda ki örnekte çok keskin bir zekanın inceliği olduğu gibi, aciz bir üstünlük duygusu da var.

Para, mal ve ün bir insanı yücelttiği gibi, dibe de batırabilir. Önemli olan, sahip olduğun her tür zenginliği, başkalarıyla paylaşabilecek zenginliğe sahip olmaktır. Paylaşılan her şey kişiye çoğalarak geri döner. Bunun bilincinde olanlar farklı bir zenginlikle yaşarlar hayatı. Karşılıksız vermenin huzuruna varanlar, en çaresiz kaldıkları anda beklemedikleri kolaylıklarla, bereketlerle karşılaşırlar.

Hoşgörülü ve alçak gönüllü olmak ise en güzel erdemlerdendir. İnsanlar farklı çizgilerde yaratılmıştır. Yaşamları da farklı statülerde gelişir. Kimisi eğitimli, kimisi cahil, kimisi parasız, kimisi de zengindir. Kimisi ortalarda bir yerlerdeyken kimisi de en tepelerdedir. Önemli olan üstün olanın, olmayana anlayışlı ve hoşgörülü olmasıdır. Onu hor görmek, küçümsemekse bir gönülü kırmaktan başka bir şey değildir. Bu tarz bir davranış üstün olanın egosunu tatmin etmekten öteye gidemez. Oysa tam tersi bir davranış kişiyi daha da üstlere çekecek, başkalarının gözünde gerçek bir “Zenginlik Örneği” olmasını sağlayacaktır. Bence gönlü zengin olmak, cebi zengin olmaktan daha yücedir. Hele ikisi bir arada olursa, işte o zaman en yücedir.

Mal, mülk ve ün sadece dünyaya ait maddi değerlerdir. Öldüğümüzde hiç birini yanımızda götüremiyoruz. Ama paylaştığımız her şeyi; bu mal olur, para olur, bilgi olur, dünyada başkalarına bırakmış oluyoruz. Onları mutlu ediyor, önemsiyoruz. Yani bir işe yarıyoruz. Hem de farklı bir işe...

Bu nedenlerle diyorum ki, paylaşmak kadar çoğaltan bir şey yoktur. Sevginizi, bilginizi, paranızı sadece ailenizle değil başkalarıyla da paylaşın. İnsanlara karşı hoşgörülü ve alçak gönüllü olun ki, başkaları da örnek alsın.

Sevgiyle kalın.

Şadan Hergüner

KADIN DA ALDATIR


Bu Pazar konumuz; kadının aldatma nedeni. Ama ben diyorum ki yine önce bir fıkrayı size aktarayım, ardından konuyla ilgili yorumlarımı yazayım.


AGOP VE ELENİ

Agop ile Eleni evlenmişler ve cicim ayları bittikten sonra Agop eve gelip koltuğuna kurulur kurulmaz, gazeteyi yüzüne çekip Eleni'yle hiç ilgilenmez olmuş.

Günlerden bir gün Eleni Agop'tan ilgi beklentisi ile;

- Bre Agoppp! Mutfağın penceresi bozuldu, yaparsiinnn?

Agop, gazeteyi yüzünden indirmiş, gayet sinirli bir şekilde;

- Niye, ben pencereciii?

Ertesi gün Eleni yine ilgi görmek umuduyla,

- Bre Agoppp, mutfağın musluğu bozuldu yaparsiinnn?

- Niye, ben muslukçiii?

Bir sonraki gün,

- Bre agoppp, tuvaletin sifoni bozuldu, yaparsiinn?

- Niye, ben pokçii?



Ertesi gün eve gelen Agop bir bakar herşey tamir edilmiş!

- Kuzum Eleni, bunları sen yaptinn?

- Yoo...

- Eee, kim yaptı peki ?

- Bilirsin, kapıcı Carlos'un bende gözi vardır, yaparsin? dedim, o da dedi “Yapariim, ama bir şartla.”

Agop merak içinde sorar,

- Neymis?

-Eee, dedi bana, “Ya benimle yatarsin, yada bir pasta yaparsin!”

Agop rahatlar,

- Peki kuzum, ne pastası yaptin?'

Eleni sinirlenir;

- Niye ben pastaciii?

Ahh, benim garibim Eleni, Agop’u aldatmasın da ne yapsın?

Evet, kadın da aldatır ama erkeğin nedenleri ile değil. Kadın kocasından ilgi görmüyorsa, erkek için değerli olduğunu hissetmiyorsa, sahiplenilmiyorsa bu yüzden kendini güvensiz hissediyorsa aldatır. İyi giden bir evliliği olduğu halde eşi onu aldattıysa intikam almak için aldatır. Ama bu durum psikolojik bozukluk ve depresyon gibi sorunları beraberinde getirebilir. Çünkü kadın sadece macera olsun diye aldatmaz.

Evlilik uzmanları şunu söylüyor: Kötü bir evliliği olan kadın, başka erkek bulma isteğiyle de aldatır. Bu tarz aldatmalarda kadın durduk yerde kendini maceraya atmaz. Eşinden memnun değildir, onu maddi manevi yetersiz buluyordur. Bu sebeple başka bir erkeği garantilemek ister. Boşanmadan yeni bir olay yaşayacağım diyerek bunun altyapısını hazırlar. Dolayısıyla aldatır ve eski eşiyle boşanır. Yenisiyle evlenir ya da beraber yaşar. Sadece hormonel nedenlerle aldatan, farklı cinsel paylaşımlar yaşamak isteyen kadın sayısı yüksek değildir. Kadın severse, aşık olursa, yapısı gereği iki eşliliği kabul etmez, birine bağlı olmak ister. Garanti altına almak istemesi, ait olma duygusuyla hareket ettiği içindir. Eğer eşiyle arası bozuksa, evlilik kağıt üzerinde sürüyorsa bir garantör arar. Gerek duygusal, gerek ekonomik nedenler. Dolayısıyla o garantiyi bulduktan sonra birincisinden boşanır. Bu aldatma mıdır değil midir, tartışılır. Daha çok bitmiş bir evliliğin sürecini hızlandırmak için destek arayışıdır.

Fiziksel aldatmalar çok can yakar ama bence asıl acı olan çiftlerin birbirini farklı konulardaki yalanları, gizlilikleri ile aldatmalarıdır. Kendilerini saklamaları, açık olmamaları ve arkaları sıra oyunlar çevirmeleridir. Kimsenin kimseyi aldatmadığı ilişkiler diliyorum.

Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

ÇAPKINLAR KULÜBÜ



Pazar eğlencesi olsun diye bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istedim. Biraz gülmek için. Ardından da kendi yorumumu sizlere ileteceğim.

İKİ KADIN

Ölüm sonrası yaşamda iki kadın karşilaşir ve konuşmaya başlarlar.

- Selam, benim adım Wanda.
- Selam, benimki de Slyvia, sen nasıl öldün?
- Donarak öldüm.
- Ne kadar korkunç.
- Yok, o kadar kötü değildi, soğuktan titremem geçince ısınmaya başladım ve uyku bastı, sonunda huzur dolu bir ölüm.
- Peki, sen nasıl öldün?
- Ağır bir kalp krizi geçirdim. Kocamın beni aldattığını sandım, onu iş üstünde yakalamak için eve erken geldim, fakat evde tek başina televizyon seyreder halde buldum.
- Sonra ne oldu?
- Kesinlikle evde başka bir kadının olduğundan emindim, bütün evi aramaya başladım. Çatiyi, yatakların altını her yeri aradım fakat bulamadım. Ararken aşirı yorulmuşum, kalp krizi geçirdim ve öldüm.
- Ah be güzelim bir de derin dondurucuya baksaydın, şu anda ikimiz de yaşiyor olacaktık...

Ah şu çapkin erkekler. Uçkurlarına sahip olamadıkları için kadınları ne zor durumlarda bırakıyorlar. Erkek milletine hiç güven olmaz. Hele de gözü sürekli farklı hatunlarda olanlarına… Bu türün dizginlerini ne kadar sıkı tutsanız da yapacaklarından geri kalmazlar. O nedenle kadınların seçtikleri erkekleri evlenmeden önce sıkı bir testten geçirmeleri lazım. “Aman nasılsa evlendikten sonra düzene girer” diye düşünmek çok yanlıştır, çünkü değişmezler. İyisi mi çapkinlik kokusu alıyorsanız bir erketen, hiç hayatınıza sokmayın.

Erkekler tek eşli olamazlar, bu doğalarına ters gibi açıklamalar yapılsa da pek inandırıcı gelmiyor bana. Eşlerine sadık kalanlar nasıl beceriyor bu işi? Bana göre çapkinliktan vazgeçemeyen erkeklerin evlenmemeleri gerek. Bekar kalsınlar ve ne istiyorlarsa yapsınlar. Ne diye evlenip de bir kadının canını yakıyorlar.

Bu arada geçen gün radyo programımda kullandığım bir araştırma haberinde, yaz mevsiminde aldatmaların artığını ögrendim. Nedenine gelince; yazın iş yerlerinde ve çevrede açık kıyafet giyenler fazlalaştığı için aldatma eylemi de artıyormuş. Bu durumda bir an önce havaların soğumasını, kat kat giyinmeyi beklemekten başka çare kalmıyor galiba.

Keyifli bir Pazar günü dileklerimle, sevgiyle kalın.

Şadan Hergüner

Yok mudur bu işin bir orta yolu? Yok gibi görünüyor çünkü kadınlar bu durumdan hep şikayetçi. Peki, neden erkekler bu şikâyetleri bildikleri halde kendilerine çeki düzen vermezler? Şimdi işlerine gelmiyor diyeceğim ama pek bilimsel bir bakış açısı olmayacak.


Erkeklerin ilgi yoksunu olması doğaları gereği aslında. Onların DNA yapıları biz kadınlardan farklı! İlgilerini göstermek üzere programlanmamışlar. Erkekler için önemli olan birlikte olduğu, değer verdiği kadını sahiplenmek, korumak ve onun için gereken şeyleri kusursuzca yapabilmektir. Tabi ilgisini yoğun olarak gösteren beyler de vardır ama istisnalar kaideyi bozmaz. Bir kısım erkekler ise aşırı kıskanç yapıları gereği ister istemez kadınına karşı ilgilidirler fakat bunlar da kaideyi bozmaz.

Kadınlar, erkeklerin aksine ilgi görmeyi erkek tarafından önemsenmeyle eş tutar. Onlarca ilgi yoksa, erkek başka diyarlarda dolaşıyor olabilir. Kadını önemsemiyor, yok sayıyordur. Gerçi kadınların böyle düşünmeleri çok doğal... Sevildiğini ve önemsendiğini anlamanın en güzel yollarındandır ilgi görmek. Jestlerle karşılaşmak. Ara sıra, “Canım sen benim için çok değerlisin, bugün senin için bak ne yaptım?” gibi cümleler duymak. Hangi kadın istemez ki? Ama ilgisini göstermeyen her erkek, kadını önemsemiyor demek değildir. Bunu da bilmek gerek.

Dedim ya, erkekler ilgi göstermek üzere yaratılmamışlar. Bu iş onlar için zor hatta angarya gibi. Onlar ilgi gösterme işini sadece ilişkinin başındayken yaparlar. İşler yoluna girince bu yükümlülükten kendilerini azat ederler. Artık önemli olan hayatındaki kadını sahiplenmek, korumak ve kollamaktır. İhtiyaçlarını karşılamak ve rahat olmasını sağlamaktır. Bunlar yapılıyorsa görev yerine gelmiş demektir. Gerisi boştur.

Ben diyorum ki; ilgi konusunda bir uzlaşma yolu var. Kadınlar ilgi arsızlığını yarıya indirse, erkekler vurdumduymazlıktan vazgeçip biraz anlayışla ilgi göstermek için kendilerini zorlarlarsa bu iş çözüme ulaşır. Azıcık sana, birazcık bana yöntemi işi halledecektir. Yani gerekli olan, biraz hoşgörü ve anlayış! Haksız mıyım, siz ne dersiniz?

Sevgiyle ve ilgiyle kalın.

Şadan Hergüner

Kadınların karşı cinsle ilişkilerinde en sinir olduğu konulardan biri erkeklerin önemli günleri unutmalarıdır. Evlilik yıldönümü, doğum günü, birliktelik yıldönümü gibi tarihleri erkekler ne hikmetse es geçerler…


Bu durum tüm erkekler için geçerli olmamakla birlikte çoğunluk için böyledir. Zeki olanları imkân varsa bunları hatırlatacak alarmlar bulurlar. Sekreterler, asistanlar bu tarihleri onlar için takip eder. Eee artık telefonların bile hatırlatma bölümleri var. Ama bunları bile organize etmeyi unutan erkekler mevcuttur. Ha, bu işlerle hiç uğraşmam, racona ters diyen maçoları zaten liste dışı tutuyorum.

Biz kadınlar ise tam tersiyiz. Özel günleri pek bir önemseriz. Jestler hazırlarız, hediyeler alırız, özel kutlamalar planlarız. Doğal olarak sevdiğimiz adamdan da aynı hareketi bekleriz. Bekleriz de neredeeee? Son anda hatırlarsa öp de başına koy diye avunuruz. Kadınlar kadar özel günleri önemseyen erkek sayısı ne yazık ki azdır. Önemseyenler de zaten konunun hakkını tam olarak verirler. Aaa bu arada, eşinin ya da sevgilisinin şerrinden korktuğu için metazori olarak unutamayanlar var. Allah korusun, bir unutursa başına gelecekleri bilir bunlar. Kırk satır mı, kırk katır mı? Eh artık Allah ne verdiyse…

Erkeklerin özel günleri unutmaları kadınları sinirlendirip üzdüğü için uzmanlar oturup bu konuyu araştırmışlar. Ve sonunda bakın ne bulmuşlar: Erkekler kadınlardan daha unutkanmış yani hafızaları zayıfmış. Ay bu satırları yazarken “Acaba araştırmayı sadece erkek bilim insanları mı yaptı?” diye içimden geçirmedim değil. İşin şakası bir yana gerçekten bir araştırma yapılmış ama kadınlar sinir oluyor diye yapılmamış tabi…

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan araştırma haberinden kısa bir alıntı aktarayım sizlere. “Cambridge Üniversitesi tarafından yapılan araştırma, kadınların hafızasının erkeklerden daha güçlü olduğunu gösterdi.

Yaşları 48 ile 90 arasında değişen 4 bin 500 kişinin hafızasını ölçmeye yönelik bir dizi test yapan bilim insanları, testlerde kadınların erkeklere nazaran ortalama 5,9 daha az hata yaptığını gözlemledi.

Bilim insanları, test sonuçlarının bir cinsiyetin diğerine göre üstünlüğünü göstermeyi değil, Alzheimer gibi hastalıkların belirtilerinin tespit edilmesine yardımcı olmayı amaçladığını da vurguladı.”

Sanıyorum kadınlar artık erkeklere karşı bu konuda biraz hoşgörülü olabilirler. Ne de olsa bizlerden daha güçsüz hafızalara sahiplermiş. Ama eminim araştırma haberini okuyan erkekler şimdi bu durumu iyi bir mazeret olarak kullanacaklardır.

Bana sorarsanız, ben hiç mazeret kabul etmem. Unutuyorlarsa, hatırlatacak ayarlamalar yapsınlar derim. O kadar da zor değil çünkü. Yeter ki istesinler! Bu, karşısındaki kadına verdiği önemle de örtüşen bir tavırdır. Unutuyorum deyip geçmek mazeret olmamalı derim.

Sevgiyle kalın.

Şadan Hergüner

GEBERİK ADAM RESİMLERİ


Geçen hafta cumartesi gecesi iki kız arkadaşımla Bursa'da F.S.M Bulvarı’na bir şeyler yiyip içip, biraz da laflamak için çıkmıştık. O bulvarı pek severim, bana bizim Bağdat Caddesini hatırlatır. Neyse lafı uzatmayım, gideceğimiz mekâna oturmadan önce sevgili kankam Figen, “Şu bayiden bir sigara alayım.” dedi ve hep birlikte oraya yöneldik. Ben sağa sola bakınırken Figen birden hayret dolu bir sesle ,“ Annem, o da ne? Neden bu sigaralara geberik adam resimleri koymuşlar?” diye bağırınca ben ne olduğunu şaşırdım. Ama arkadaşımın tepkisi görülmeye değerdi. Figen hala “ Allah Allah, sanki bilmiyoruz zararını ama gözümüze sokmaya ne gerek var canım, nasıl içeceğim ben şimdi bunu?” derken ben gülme krizine girmiştim. Yalnız ben mi? Arzu da, gülmemek için son gücüyle savaş veren ama başaramayın genç satıcı arkadaş da gülüyordu. Bu arada Arzu, Figen’den daha sıkı bir sigara bağımlısıdır. Ama o resimlere hiç aldırış etmiyordu bile…


Gülme krizimiz bittikten ve bayiden çıktıktan sonra gidip oturduk bir yere. Kızlar yaktılar sigaralarını ve olayın kritiğini yapmaya başladık. Ben Figen’e “Artık bu resimler de sigarayı bıraktırmaya yetmezse, hiçbir şey engel olamaz” dedim. Ama

Figen, hemen bir çare buldu geberik adam resimlerine. “Onları görmektense dizerim bir sigaralığa hiç de moralimi bozamam,” dedi.
Yaa, işte böyle demokraside çareler tükenmez. Sanırım bu geberik adam resimleri sigara tabakalarının satışını artırmaya yarayacak.

Ülkemizde uygulanan sigara yasağı, bağımlıların bu meretti bırakması için ne kadar etkili oldu bilmiyorum ama yeni sigara paketleri bir ölçüde işe yarayacak gibi gözüküyor. Önce paketlerin üzerine kocaman yazılarla sigara sağlığa zararlıdır, öldürür gibi uyarılar yazıldı. Kimse umursamadı. Hele biz Türk milleti hiçbir şeyden korkmayız ya. Bizi koruyan özel bir güç varmış gibi. Ne aids ne kanser ne başka bir illet bize zarar veremez! Atın ölümü arpadan olsun misali pek vurdumduymazızdır…

Umarım bu mesajlar biraz etkili olur. Ama bana çok komik geliyor. Tütünü üret, işle, içilecek hale getir, satışa sun ve paketin üstüne yazılar yaz, geberik adam resimleri yerleştir. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu hesabı… Ne diyelim, hayırlı olsun.

Her zaman beden, ruh ve zihin sağlığınızın yerinde olmasını diliyorum.
Sevgiyle kalın.

Şadan Hergüner

BU GÜN BABALARIN ÖZEL GÜNÜ







Haziran’ın 3. Pazar’ı “Babalar Günü” olarak kutlanıyor. Son yıllarda “Anneler Günü” kadar da önem kazanmış durumda. Anne ve babalarımızı tek gün ile hatırlamıyoruz tabi ki. Ama bu özel günlerle onlara verdiğimiz değeri biraz daha yoğun göstererek sembolize ediyoruz. Ben bu günleri illa da tüketime katkı sağlayan günler olarak görmüyor aksine destekliyorum. Özel günlerle sevdiklerimizi tüm dünyada aynı günde onere etmek bence evrensel bir bütünlük oluşturuyor.


Babalarımızın bu özel gününde önce kendi babamın sonra tüm babaların, Babalar Günü’nü kutluyorum. Hepsine sevdikleriyle birlikte olacakları güzel süreçler diliyorum. Bir babanın evladının yaşamında nasıl önemli bir yer tuttuğunu ise kendi babamla olan bağımdan söz ederek vurgulamak istiyorum.

Bir çocuk için baba, güvence demektir. Koruyan, kollayan, arka çıkan güç demektir. Gerektiğinde sığınılacak en güvenli limandır. Babam da benim için öyledir. Bilirim ki ne zaman başım darda olsa o benim arkamdadır. Yalnız benim değil erkek kardeşimin de arkasındadır. Bizi sık sık sorgular. Sorgudaki amaç bir sıkıntımızın olup olmadığını anlamaktır. Kontrol mekanizması her daim çalışır. Biz sıkılsak, söylensek de onu elden bırakmaz. Çünkü o bu mekanizmayla, “Siz kaç yaşında olursanız olun, benim evlatlarımsınız, sizi korumak benim görevim.” Demektedir. Zaten anne ve babaların gözünde çocukları hiç büyümez. Babam da bunu bana hep hissettirir. “Sen dur bakalım, nereden bileceksin ki daha dünkü çocuksun.” Dediğinde, bu duyguyu iliklerime kadar duyumsarım.

Babam çok yetenekli, düzenli, disiplinli ama biraz da dediği dedik bir adamdır. Sözünü dinlemek, söylediklerine pek karşı çıkmamak gerekir. Aksi halde hemen karşı atağa geçip, “Bak kızdırma beni, şimdi toplar çantamı çeker giderim.” diyerek gözdağı vermeye bayılır. Ama bilirim ki o, aslında gitmek istemiyordur, sadece hala baba otoritesini güçlü tutmaya çalışıyordur. Eee bu da hakkıdır zaten.

Bana geldiği zaman hemen sorar: “ Benim yapacağım ne işlerin var? Eksiğin gediğin nedir?” Çünkü babam bilir, o gelince yaptıracağım bir dolu küçük tamiratlar, benim yapamadığım onu bekleyen işlerim vardır. Neredeyse daha ilk geldiği gün bu işleri halletmeye başlar ve hemen bitirir. Artık içi rahatlamıştır, ihtiyaç duyulan bir baba olarak evladına yardım etmiştir. Bu onu mutlu kılar. Fakat benim babam sıkıntılıdır. Olduğu yerde fazla duramaz, hemen evine gitmek ister. Kimselere yük olmayı sevmez. Çocuklarına bile. Babamın gitme isteği gelince bilirim ki, şimdi içi huzurludur. Gelip beni kontrol etmiştir, eksiğimi gediğimi tamamlamış, yapılacak işleri bitirmiş, beni denetimden geçirmiştir. Onun açısından ben iyiyim ve güvendeyimdir. O halde artık evine gidebilir.

Böyle bir babaya sahip olduğum için çok şanslıyım. Biliyorum, her baba aynı nitelikte olmuyor. Ama inanıyorum ki tüm babalar için evlatları özeldir. Canları pahasına çocuklarını sahiplenir, korurlar. Sevgilerini çok dile getiremeseler bile, davranışlarıyla hissettirirler. Babalarımıza karşı öncelikli görevimiz onlara değer verdiğimizi, bizler için ne anlam taşıdıklarını onlara göstermektir. Ebedi ayrılık vakti gelene kadar yakınlığımızı koruyabilmek ve onları üzmemeye çalışmaktır.

Tüm baba – evlat ilişkilerinin güzel olması dileklerimle…

Sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

NEDEN BİRBİRİMİZİ ANLAYAMIYORUZ?

Artık insanların birbirlerine dayanma gücü kalmadı. Bırakın karşımızdakini anlamaya çalışmayı, en küçük olumsuzluğa bile tahammül edemiyoruz.

Peki, neden bu hale geldik? Neden toplumsal değerlerimizden uzaklaştık, hoşgörü ve anlayış yoksunu olduk? Aslında çoğumuz nedenlerin farkındayız da irdelemek işimize gelmiyor. Alışılmış düzeni kırmak zor geliyor.

Oysa hepimizde geçmişe duyulan özlem yerini koruyor. “Ah ah, eskiden her şey ne güzeldi. Herkes birbirine saygılıydı, sevgiliydi. Dostluklar güçlüydü.” Demiyor muyuz? O günlerin sıcaklığını anmıyor muyuz? Diyoruz, anıyoruz da kendimize çeki düzen vermeyi denemiyoruz. Sadece özümüzden uzaklaşıyoruz. Düzene ayak uyduruyoruz.

Bu hale gelmemizde yaşanan toplumsal ve ekonomik güçlüklerin katkısı yadsınamaz. Globalleşen dünya olgusunun da etkili olduğunu düşünüyorum. Gelişmeye ve büyümeye çalışan bir ülke olarak bazı yenilikleri tam hazmedemediğimize inanıyorum. Özenti toplumu olmaya başlamamız ise ayrı bir etken. Bir de iletişim kurmayı öğrenemediğimizi düşünüyorum. Kendimizi ifade etmekten yoksunuz. Okullarımızda çocuklarımıza verilen eğitimin de genel ihtiyaca uymadığına inanıyorum. Zaten kısa aralıklarla değişen eğitim sistemi bana göre topluma büyük zarar veriyor. Bunlar anlayışsız bir toplum olmamızın başlıca nedenleri. Yoksa daha sayılacak çok şey var.

Ben bu yazımda kısaca, neler yaparak daha anlayışlı ve huzurlu olabiliriz konusuna değinmek istiyorum. Her şeyden önce okullarımızdan başlayarak iletişim kurmayı öğretmeli ve öğrenmeliyiz. Sağlıklı iletişimin ilk kuralı ise konuşmak yerine önce dinlemeyi bilmektir. Dinlemeden konuşmak yanlıştır. Yine okul eğitiminden başlayarak ruhsal sağlık konusunda bilinçlenmeliyiz. Zorluklarla baş etmenin yollarını öğrenmeliyiz. Kırarak, dökerek, yıkarak değil… Yapıcı olarak uzlaşmayı, güçlükleri göğüslemeyi bilmeliyiz. Kendi olumsuz yönlerimizi değiştirmeyi öğrenmeliyiz ki, bize zarar vermeye devam etmesinler. Huzurumuzu ve dengemizi bozmasınlar.

Anlayışlı insan olmanın en önemli ilkesi ise “EMPATİ” yeteneğine sahip olmaktır. Yani karşımızdakinin yerine kendimizi koyabilme özelliği. Bizim manevi öğretilerimizin içinde de var olan bu özellik, pek çok açmazın anahtarıdır. Davranışlarından rahatsız olduğunuz insanın yerine kendinizi koyup düşündüğünüzde, onun neden öyle davrandığını biraz da olsa anlayabilirsiniz.

Bir de affetmeyi öğrenmeliyiz. Affetmenin hafifliğini, yüceliğini keşfetmeliyiz. İçimizi nasıl rahatlatan huzur veren bir özellik olduğunu anlamalıyız. Affettikçe, kin ve nefret duygularından arındıkça sağlığımıza kavuştuğumuzu, anlayışlı bir insan olduğumuzu görmeliyiz.

Kısaca değindiğim bu özelliklere daha sonraki yazılarımda tek tek ve ayrıntılı olarak yer vereceğim. Şu an için biraz vurgulamak istedim. Umarım içsel gelişim anlamında size biraz katkı sağlar. İnsanları anlayabilmeniz için yardımcı olur.

Anlayışla ve sevgiyle kalın.

Şadan HERGÜNER

TIKANDIĞIM ANLAR

Ne zordur, boğazına düğümlenen cümleyi ağzından çıkaramamak. Yutkunmakta zorlanıp, gözünden akacak yaşları içine akıtmak ve susmak zorunda kalmak.


An gelir sanki nefesiniz kesilir, kalbiniz farklı çarpar, bağırmak çağırmak istersiniz ama yapamazsınız. Çünkü susmanız gerekir. Ağzınızdan çıkacak tek bir kelime onlarca kelimeyi peşinden sürükleyecek ve söylememeniz gereken bir ton cümleyi ortaya dökecektir. Bilirsiniz ki, söylerseniz rahatlayacaksınız. İçiniz boşalacak ama yapamazsınız. Çünkü susmanız gerekir.

İşte böyle zamanlar, tıkandığım anlarımdır. Çaresizliği iliklerimde hissettiğim anlar. Acı çörekleniverir yüreğime. Ağırlığı altında ezilirim. Yine de konuşamam. Eğer konuşursam yıkıp dökeceğimi bilirim. Oysa kolay mı kuruluyor ilişkiler? Ne emekler veriliyor, neler sineye çekiliyor, ne çabalar harcanıyor?

Eskiden böyle değildim. Son sözümü başta söylemekten çekinmezdim. İnsanları olduğu gibi kabul etmezdim. Ama hayat bana bunun doğru olmadığını gösterdi. Her insanın farklı bir yapıda olduğunu, özü iyi olup sabırsız ve patavatsız olabileceğini, beni veya başkalarını kırdıktan sonra pişmanlık duyabileceğini öğretti.

Şimdi biliyorum ki, karşımdaki insanı olduğu gibi kabul etmeliyim. Kabullendiğim özellikleri içinde olumlu yanları fazlaysa, bağımı sürdürmeliyim. Eksileri çoksa, ona dikkat etmeliyim.

Tıkandığım anlara gelince… Çok zorlanıyorum. Acı çekiyorum. Ama biliyorum ki ağzımdan çıkacak kelimeler beni karşımdakinin pozisyonuna sokacak. Söylersem, girdiğim yolun dönüşü de olmayacak. O yüzden susmayı tercih ediyorum.

Peki, tıkandığım anı aşmak için ne yapıyorum dersiniz? Empati yapıyorum. Yani kendimi onun yerine koymaya çalışıyorum. “Onun kişisel özelliklerini taşısaydım ne yapardım?” diyorum. Bakıyorum ki, o kendince haklı. Çünkü daha fazlasını bilmiyor. Gelişimini tamamlayamamış. Eğer gelişmeye açıksa ona yardım ediyorum, değilse hiç kalbini kırmadan araya mesafe koyuyorum.

İçimde patlamaya hazır volkanı ise başka yerde patlatıyorum. Yalnız kaldığım bir anda söylenmesi gereken her şeyi sanki karşımdakiyle konuşuyormuş gibi söylüyorum. Ama kavga etmeden, bağırmadan, sakince söylüyorum. Böylece ben de rahatlıyorum.

Hayat kısa, yapılacak güzel şeyler varken, birbirimize katkı sağlamak varken, yıkıp dökmek gereksiz. Yaşam bana bunu öğretti. Bir insanın hayata bakışını değiştirmek, yanlış inanışlarını göstermek ve nasıl değişebileceğini ona anlatmak kadar güzel bir şey yok. Amacınız birilerine katkı sağlamak olunca, tıkandığınız anları aşmak kolaylaşıyor. Kısacık hayatı kavga ve kırgınlıktan uzak yaşamanızı sağlıyor.

Ben bunu hayatıma yerleştirdim şimdi daha mutluyum. Size de öneriyorum. Tabi burada söylemeye çalıştığım şey hakkımızı yedirmek değil, sadece biraz daha idareci olmak. Eskiden hiç sahip olamadığım sabır duygusunu geliştirmek. İnanın hayat daha kolay ve anlamlı oluyor.

Sevgiyle kalın.


Şadan Hergüner

CANIM ANNEME


ÇOK ÖZLÜYORUM AMA YOKSUN


Dünyadaki en değerli varlığımdın. Değerini ne kadar bildim, bilemiyorum. Gerçi hep bana “ bu dünyada en memnum olduğum insan, beni en az üzen insan, sensin” derdin. Ama ben yine de emin olamıyorum. Kendimi hep suçluyorum. Üstelik kendimi suçlu gördüğüm olayları sana da soramıyorum. Çünkü yoksun. Çok uzaklardasın. Sana sesimi duyuramıyorum. Sesleniyorum, sesleniyorum fakat yanıt alamıyorum. Gözlerimi kapatıyorum, seni hayal ediyorum sonra dokunmak için ellerimi uzatıyorum ama tutamıyorum. Sensiz olmanın, senden çok uzaklarda olmanın ne kadar zor olduğunu acaba sen de hissediyor musun? Merak ediyorum. Biliyor musun, her sabah yeni güne uyanırken, “yok işte yok, oysa nasıl özledim” diye kalkıyorum yatağımdan. Sonra diyorum ki, “bu gece de rüyamda göremedim, bir kez sarılıp, öpemedim.” İki yıldır aynı düşünce ve duyguyla yeni güne uyanmak ne kadar zor, bilmem tahmin edebiliyor musun?

Evet, tam iki yıl oldu sen beni bırakıp gideli. Hem de doğru düzgün bir veda bile etmeden. Ama işte insan bilemiyor ki böyle bir ayrılığın ne zaman yaşanacağını. Aslında senin de suçun yok. Çok ani oldu. Gidişinin bu kadar çabuk olacağını bilseydin söylerdin bana. Uzun uzun vedalaşırdık. Sana son bir kez sarılıp doyasıya öperdim. Son bir şeyler daha konuşurduk. Sorardım sana, “bana verdiğin eşsiz sevgine, sonsuz hoşgörüne, muhteşem anlayışına layık olabildim mi” diye? Ama soramadım, “güle güle git, seni çok seviyorum, yanına gelene kadar hep yüreğimde ve aklımda olacaksın” bile diyemedim. O kadar zor ki, başım sıkıştığında seninle oturup konuşamamak. Çözemediğim sorunlarım için gelip sana danışamamak. “Ne olur bana yardım et, bir akıl ver” diyememek.

Biliyor musun, ilk zamanlar elim hep telefona gidiyordu, seni aramak için? Ya da “bu güzel olayı ona da haber vereyim” diyordum. Sonra hemen aklım başıma geliyordu. Nasıl arayacak, nasıl söyleyecektim? Gittiğin yerde telefon yoktu ki. Seni düşünmediğim, özlemediğim, acını içimde hissetmediğim bir anım olmadı. İlk 7–8 ay gece gündüz, yolda, arabada, işte, evde hep ağladım. Sonra gözlerimdeki yaşlar kurudu. Daha az ağlar oldum ama acım artarak büyüdü. Ulaşamamak, dokunamamak, konuşamamak, bitmeyen bir hasretle özlemek o kadar zor ki. Ani gidişine alışmasına alıştım da içimde ki acıya, büyüyen özlemine söz geçiremiyorum. Oysa hep, “bir gün beni bırakır giderse ben ne yaparım” diye düşünürdüm. Kendimce taktikler bulmaya çalışırdım, bu ayrılığı kolaylaştıracak. Sonra hemen bu düşünceyi aklımdan kovar, “hayır daha vakit var, düşünme bunları” derdim. Sanki hiç gitmeyeceksin gibi gelirdi bana. Öyle ya, kaç yaşında olursam olayım ben senin küçücük kızındım. İnsan hiç küçük kızını bırakır da ansızın gider miydi? İşte böyle avuturdum kendimi. İçimi rahatlatır, düşünmemeye çalışırdım.

Ama yaşam gerçeği farklı. O hiç gelmesini istemediğin zorunlu ayrılık bir bakıyorsun kapının önünde belirivermiş. Tıpkı o kara günün sabahındaki gibi. Sen hazırlıklı mısın, değil misin sormuyor bile. Canım annem, nerden bilecektim o hastane odasında geçirdiğimiz 4–5 günün son günlerimiz olduğunu? Nerden bilecektim seni o hastane odasına yatırmadan önce evimde uyuduğun gecenin son gece olacağını, sabahında beni radyoda dinlerken, son kez dinleyip “bülbül sesli kızım benim Allah seni nazarlardan korusun” diyeceğini? Nerden bilecektim, gidişinden bir gece önce gördüğüm rüyanın gerçekleşeceğini? Bilsem, o son geceyi senden ayrı geçirir miydim? Oysa o akşam nasıl zor ayrılmıştım yanından. Beni sen gönderdin, “yarın sabah yayına gideceksin güzel kızım şimdi git, bak baban burada, yarın programdan sonra yine gelirsin, işinin kıymetini bil” dedin. Ama o sabah program yapmamın bana kısmet olmayacağını nerden bilecektin ki? Yanından ayrıldıktan 5–6 saat sonra bilincini kaybedip çok kötüleşeceğini nerden bilecektin? Sonra babamın beni korumak adına, göreceklerime dayanamayacağım için, defalarca ettiğim telefonlarda “şimdi daha iyi kızım ben yanındayım korkma” deyip, sabah da gelip beni alarak sana getireceğini nerden bilecektin? İkimiz de bilemedik canım anneciğim, gideceğini ikimizde bilemedik.

En çok neye yanıyorum biliyor musun? O sabah, yattığın odanın kapısında bir saat boyunca bekleyip, son nefesini verirken beni içeriye almamalarına yanıyorum. Biliyorum, sen gitmek için sanki beni beklemiştin. Ben ordaydım ama aramızda bir kapı vardı. Kapının ardında sen önündeyse ben. Bazen aralık kalan kapıdan içeri bakmak, hızlı hızlı aldığın solukları görmek nasıl korkunçtu anlatamam. Bu durumda bile hala iyileşeceğine inanıyordum. Ölümü aklıma getirmiyordum. “Bitecek şimdi acısı, iyileşecek, bana dönecek” diyordum. Ama dönmedin, vedalaşamadan gittin anne. Beni böyle öksüz bırakıp gittin. Çok ağladım, çok yandım, çok sıktım kendimi ama hiç bağırmadım. Çünkü senin gibi zarif, kibar, narin bir insanın arkasından haykırmak, bağırıp çağırmak yakışmazdı. Ama sanma ki tek başıma kaldığım zamanlarda krizlere girmediğimi.

Çok zor oldu ilk bir yıl. Çok sancılı çok acılı geçti. Çünkü yokluğuna alışamadım. Canım annem sen gideli şimdi iki yıl oldu ama ben yokluğuna yine alışamadım. Bu yazıyı daha önce yazmak istemiş ama yapamamıştım. Kısmet bu güneymiş. Yokluğunun ikinci yıl dönümüne. Bu satırları yazmak gerçekten zor. İçim kan ağlıyor. Hem yazmak hem yarıda bırakmak istiyorum. Sonra kendime, “annen için yazmak zorundasın, dök artık içindekileri” diyorum ve yazıyorum. Sen gittiğinden beri, elinden en çok sevdiği oyuncağı alınmış küçük bir çocuk gibiyim. Hiçbir şey eskisi gibi canımı yakmıyor. İçimde tek bir acı var o da yokluğun. Ne zaman bir anneyle kızını yan yana görsem isyan edesim geliyor. Bakmaya bile katlanamıyorum.

Bana zamanla bu acının azalacağını, alışacağımı söylediler. Fakat dedikleri gibi olmadı. Çünkü yokluğunun getirdiği özlem git gide büyüdü. Doğruyu söylemek gerekirse bir şeye alıştım. Senin acınla yaşamaya alıştım. Şimdi beni en mutlu eden şey sık sık kabrine gelmek. Bir bilsen nasıl hazırlanıyorum sana gelirken. Senin parfümünü sürüyorum sanki kokuyu duyacakmışsın gibi. Sonra sana ait bir eşya oluyor üzerimde belki görürsün diye. Ruhlar en çok kabirlerinin başında olurlarmış diye okumuştum bir yerlerde. İşte bu yüzden sana gelirken, senden bir şeyler olsun istiyorum üzerimde. Seninle konuşacaklarımı önceden hazırlıyorum ve bir bir anlatıyorum sana. Uzun dualar ediyorum kabrinde. Ardından hıçkırarak ağlıyorum. Sonunda da hep şunu söylüyorum, “Bilemedim anneciğim ben senin değerini bilemedim. Sen bana Allah’ın en büyük lütfuydun ama ben bunu bilemedim”. Sen bana, ne kadar iyi evlat olduğumu söylesen de, ben senin değerini yeterince bilemedim. Hayatımın hiçbir dönemini senden uzak geçirmemem gerekirdi ama ben bunu beceremedim. Şimdi senden ayrı geçen her günüme lanet ediyorum. O yüzden tüm arkadaşlarıma, “annenizin değerini, anne sevgisinin önemini iyi bilin” diyorum.Canım annem, her aklıma gelişinde yüreğim acıyor, burnumun direği sızlıyor ve içim yanıyor. Seni çok özlüyorum, ama neye yarar, artık yoksun!Bekle beni, yanına gelinceye, ebedi hayatta kavuşuncaya kadar bekle. Anneciğim seni çok seviyorum, gittiğin yerde huzur içinde ol.

Şadan Hergüner 

PAHALI ETE, İTHAL ET ÇÖZÜMÜ!


Ülkemizin sorunlarını çözmek artık çok kolaylaştı. Başımızı ağrıtan her konu için dış destek alıyoruz. Paramız mı yok! Satıyoruz üç beş bir şeyler, sıcak para akışı sağlıyoruz. Yabancılar ülkenin dört bir yanını sarmış, tapulamış umurumuzda değil. Haberleşme sistemimize kadar girmiş, derdimiz değil. Sonuçta özelleşiyoruz ve para kazanıyoruz.


Bizler ilköğretim yıllarında yerli malı Türkün malı haftası yapardık şimdi de var mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki artık yerli malı diye bir mal neredeyse kalmadı. Büyük Türk şirketlerinin o moda değimle yaptığı evlilikler var ya… İşte o yüzden yabancı ortaklı Türk şirketlerinin ürettiklerine de yerli malı demek artık zor. Zaten çoğu evlenir evlenmez ismini cismini kaybediyor.

Yurdumun en büyük şehirlerinde bir dolu yabancı alışveriş merkezleri var. Bizler de koşturup buralara, “aman da ne ucuzmuş” deyip alıyoruz. Aaaa pek severiz zaten oldum olası yabancı malları. Ülkemizde bu ürünlerin, rahat rahat raflarda yer bulmadığı dönemlerde bile kaçak getirtip ya da getirip yine kullanırdık. Pek özenti milletizdir. Yabancının çerini, çöpünü ya da buraya yazamayacağım şeylerini bile almaya kalkmadık mı? Yabancı olsun da isterse ….. olsun. Bu durum, biraz da milletimize hak gibi.

Tabağımız, çanağımız, bardağımız yabancı. Mobilyamız, beyaz eşyalarımız, ayakkabımız, giysimiz yabancı. Kozmetiğimiz, ilacımız, deterjanımız yabancı. Tekstil ürünlerimiz yabancı. Bankalarımız yabancı.

Sokağa, çarşı pazara bir çıkıyorsun, tüm iş yeri isimleri yabancı. Mesela; Ataoğlu Center diye bir şeyle karşılaşıyorsun. Güler misin, ağlar mısın? Yoksa benim gibi oturup derdine bir mum mu yakarsın? Hayıflanır mısın bu ülke nasıl da parçalanıyor, yok ediliyor diye?

Özü hayvancılık ve tarım olan ülkemiz bakın şimdi ne halde. Sebzesini meyvesini üretemiyor, hayvanını yetiştiremiyor. Madenini çıkarıp satamıyor. Üretmek çok pahalı bir hale getirildi. Kokusundan dolayı çoğumuzun sevsek bile yemek istemediği sarımsak bile ithal ediliyor. Geçtiğimiz aylarda televizyonlarda yayınlanan bir banka reklamı vardı.” Üretici susarsa, ülke de susar” diye, dikkat çekici bir reklamdı. Peki, bu ülke üreticisini kimler susturuyor, kimler buna çanak tutuyor? Bir toplumu üretmeyip sadece tüketen hale getirmenin ne anlama geldiği bilinmiyor mu? Koskoca Osmanlı İmparatorluğu da böyle parçalanmadı mı?

Neden üretim maliyetlerini düşürmek için arayışlar yapılmıyor da, ithal etme yoluna gidiliyor? Tüm ülkenin enerjisi nasıl oluyor da bizde az olan bir enerji kaynağına bağlanıyor? Kendi kendine yetecek her güce sahip olan ülkemiz nasıl oluyor da yabancının yetiştirdiği ve kestiği ete muhtaç kalıyor? Hatta çöpüne, pisliğine layık görülüyor.

Artık her vatandaş takkesini önüne koyup iyice düşünmeli. Gözünü açıp hakkını aramalı. Üretici de tüketici de aramalı. Bizi susturanlar yakında başka şeyler de yapacaklar. Bu ülke bizim ve ülkemize sahip çıkmak, bütünleşmek, yaralarımızı sarmak, her kötü emeli yıkmak boynumuzun borcu. Kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün. Çünkü şu an dünyaya gelen her bebek, yok edilmek, parçalanmak istenen bir Türkiye’ye doğuyor.

Aslında bir çözüm daha var galiba. Madem biz ülkemizi doğru düzgün yönetemiyor, sorun yaşıyoruz. O halde bizi yönetecekleri de ithal edelim, belki daha ucuza gelir. Ne dersiniz?

Şadan HERGÜNER
 
Gezergen Tasarım by Gezergen Blog